The difference between a moral man and a man of honor is that the latter regrets a discreditable act, even when it has worked and he has not been caught.
[Dürüst bir adam ile onurlu bir adam arasındaki fark, ikincisi, yüz kızartıcı bir davranışı işe yarasa ve kimse tarafından fark edilmese bile yaptığından pişmanlık duyar.]
Henry Louis Mencken (1880–1956; Amerikalı Yazar ve Eleştirmen)
Daha önce sözünü etmiştim. Medimagazin yazılarına büyük bir önem atfediyorum. İnsanın, okunduğunu bilerek yazması hoş bir duygu. Hele ki bir de bu yazılara hiç ummadığınız kişilerden gelen –olumlu veya olumsuz- tepkiler olduğunda. Bugüne kadar bu köşedeki yazıları okumuş olanlar fark etmişlerdir, genellikle ‘tepki’ verilesi yazılar yazmayı tercih ediyorum. Şüphesiz bu yazıları sadece ‘tepki’ verilsin diye değil, gerçekten yazdığım şeylere inandığım, en azından bunların da konuşulması ve tartışılması gerektiğini düşündüğüm için yazıyorum.
Sonuçta, Medimagazin bir tıbbi gazete ve okuyucu kitlesi de sağlık sektörü çalışanları ile sınırlı. Bu, doğal olarak gerek muhabirlerin, gerekse köşe yazarlarının haber yapma ve yazı yazma sınırlarını belirlemekte. Bundan sadece, başyazar olma sıfatı ile, Hikmet Akgül hoca muaf olsa da, örneğin son sayıda “Beyin Damarından” köşesinde Prof. Dr. Gazi Özdemir hocamızın yaptığı gibi “Beynimizdeki Laiklik” başlığı altında “Nasılsa cümlede ‘beyin’ kelimesi geçiyor, içine biraz da ‘piramidal’, ‘ekstrapiramidal’, ‘serebellar’, ‘otonom’, ‘limbik’ gibi ‘tumturaklı’ kelimeler ilave edince bilimsellinden yenmez” diyerek, ‘laiklik’ gibi memleketin en ‘netameli’ ve ‘politik’ konusu üzerinde yazmakda mümkün olabiliyor. Prof. Özdemir’in yazdıklarında doğruluk payı olan yerler olduğu gibi, katılmanın mümkün olmadığı ve bilimsel –daha doğrusu akademik- olarak çürütülmesi mümkün yerler de bulunmakta. Ben tabii ki bugünkü yazımı muhterem hocamıza cevaba ayırmayacağım. Bunun iki sebebi var; bir tanesi bu işi benim gibi düşünen değerli okuyuculara bırakmak, ikincisi ise, konunun ‘netameli’ ve ‘politik’ olması ve bilimsellikten uzak bazı kişilerin meseleyi bir ‘turnasol kağıdı’ –veya ‘ayıraç’- zannetmesi abukluğu.
Bilebildiğim kadarı ile Medimagazin yazı işlerinin hassas olduğu konulardan bir tanesi köşe yazarlarının siyasi içerikli mesajlar veren yazılar yazmaması. Fakat konu sağlık ve eğitim olunca ve de bizim gibi, insanları ‘kategorize’ etmeyi seven bir ülkede yaşayınca yazılanların ‘bilimsel analiz’ mi yoksa ‘siyasi mesaj’ mı olduğunu anlamak güçleşiyor. Örneğin Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, TTB ve YÖK’ün hayata geçirdiği veya öngördüğü bir uygulamayı övmek veya yermek ‘bilimsel analiz’ midir, yoksa ‘siyasi mesaj’ mı? Diyeceksiniz ki; “Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı ile TTB ve YÖK’ü nasıl aynı kefeye koyarsın? Öncekiler siyasi kimlik taşıyor, sonrakiler ise sivil toplum örgütü ve/veya özerk kurumlar.” Ben de hemen sorarım; “Gerçekten mi?” Ben böyle sorunca da hemen bazılarının, ‘piramidal’, ‘ekstrapiramidal’, ‘serebellar’, ‘otonom’, ‘limbik’ ve bilumum sistemleri harekete geçip ‘kategorize etme’ faaliyetlerini başlatır.
Kısacası, pek çoğumuz itibarı ile ‘süzme politize’ olmuşuz vesselam. Hani meşhur bir söz vardır; “Siyaset üç yere girmemelidir: İbadethane, askeriye ve üniversite.” (Buradaki ‘siyaset’ kelimesini, “Kişinin mesleki faaliyetlerini ve otoritesini şahsi ideolojisine alet etmesi” olarak anlamak gerekir.) İbadethane ve askeriyeyi bilmem –daha doğrusu bilirim de söylemek bana düşmez, ama maalesef üniversiteler –ve de üniversitelerin içindeki hocalar- bu anlamda siyasetin tam merkezinde yer almakta. Bana istisnalardan bahsetmeyin. Malum, istisnalar kaideyi kuvvetlendirir. Önceki hafta bu köşede, akademik yükseltmelerdeki dosya değerlendirme aşamasında jürilerin ne kadar ‘objektif’ ve ‘bilimsel’ olduğunu konu ettiğim “Yayından Kalanlar” başlıklı yazıdan sonra aldığım elektronik mesajlar tam anlamıyla “Bir dokun bin ah işit” türünden.
En sevmediğim türdeki yazılar, sorunu ortaya koyup çözüm önerisinde bulunmayanlardır. Benimki de öyle olmasın diye bir şeyler önermem gerekiyor bu durumda. Benim bir çözüm önerim var, ama bunu herkes nasılsa biliyor diye buraya yazmayacağım. Ancak şu kadarını söylemek isterim ki, “Papaz her zaman pilav yemez.” Zamanında başkalarına ideolojik davrananların başına aynı şey geldiğinde feryadına kimse kulak vermez. Ne demişler: “Çalma kapıyı; Çalarlar kapını.” Veya: “Keser döner sap döner; Gün gelir hesap döner.”