İSLAM BİREYİ MUHATAP ALMIŞ VE SORUMLU TUTMUŞTUR. ZÜMREYİ, KABİLEYİ, AŞİRETİ, CEMAATI DEĞİL. BÖYLECE İSLAM BİREYİ, AMAÇ KONUMUNA YÜKSELTMİŞTİR. İSLAMI, CEMAAT OLARAK OKUMAK VE YORUMLAMAK, İSLAM’IN ORTADAN KALDIRMAK ISTEDİĞİ KÖLELİĞİ YENİDEN İNŞA ETMEKTİR. İSLAM ÖNCESİ KABİLECİLİĞE VE ASİRETÇİLİĞE GERİSİN GERİ DÖNMEKTİR. ŞÛRA YERİNE ULU’L EMR ALINDI, AKIL İHMAL EDİLDİ, BİREY YERİNE CEMAAT ALINDI, DÜŞÜNCE İHMAL EDİLDİ. BİREYSEL DÜŞÜNME KÜLTÜRÜNDEN CEMAATSAL DÜŞÜNME KÜLTÜRÜNE, YANİ SÜRÜ KÜLTÜRÜNE GEÇİLDİ. OYSA KUR’AN AYETLERİ GENELLİKLE BİLİME, HOŞGÖRÜYE, DÜŞÜNMEYE, TECRÜBEYE, AKLI KULLANMAYA OLDUKÇA FAZLA VURGU YAPAR.
İslam, bireyi esas alan, onu sorumlu tutan bir dindir. İslam dini, bireyi merkeze koyan, gönüllülüğü esas alan bir sistemdir. İslam, grupları esas alan, onları sorumlu tutan bir din değildir. İslam’ın bu tür okunuşu modern köleliğin çağdaş versiyonudur. Tarihte kabile ve aşiret grupçuluğundan, bireycilik sorumluluğuna geçiş yapılmıştır. Bir birey bir dünya kabul edilmiştir. Alem küçük insan, insan büyük dünya sayılmıştır. Rasullahın yerleştirdiği dinin özü budur. İnsan bu sorumluluk ve emaneti yüklenmiştir. Rasulullah vefat edince insanlar tekrar kabile ve aşiretlerine gerisin geri dönmüşlerdir. Tarihteki bu gruplar, günümüzde farklı kavramlarla ifade edilse de, farklı isimler kullanılsa da hepsinin mantığı aynıdır. İslam’da, sorumlu birey ve Müslüman cemaat vardır. O da hak etrafında kenetlenmiş, tevhit olan câmi cemaatidir. Allah’ın rahmeti bu hak etrafında birleşen câmi cemaatının üzerine olacaktır. Bugün iktisadi gaye, menfaat ve çıkar için bir araya gelen gruplar, adeta leş kavgası vermektedirler. Tarihte kurulan cemaatlerin ilklerinden biri de Haricilerdir. Haricilerin, insanı değil Kuranı hakim kılmak için mücadele ettiklerini iddia etmişlerdir. Oysa Kur’an insanlar vasıtasıyla dile gelir. Kur’an’ın ortaya koyduğu ilkeleri dile getiren, yorumlayan ve pratiğe sokan da insan olacaktır. Haricilere göre bir insanın İslami hayatı ancak cemaate mensubiyetle anlam kazanır. Bir birey cemaata katıldığı, cemaatle hareket ettiği sürece Müslümanlaşmış kabul edilir. Onlara göre tek başına duran bireyin Müslümanlığı söz konusu değildir. Bu konuda bilinçli uydurulan rivayetleri de gerekçe olarak ileri sürerler. Bu rivayetler, Müslüman ve cami cemanına yönelik olduğunu da göz ardı ederler. Bu gruplaşmanın arkasında İslam öncesi Arap toplumunun kabile ve aşiret anlayışı bulunmaktadır. Nasları da bu zihniyetle cemaatçi ve miyop bir gözle okumuşlardır. İslam öncesi Arap toplumlarındaki bu cemaatçi düşünce, Haricilerle daha da mücessemleşmiştir. Bu okuma biçimi bireyciliği devre dışı bırakarak, insanı cemaate bağlı bir araç konumuna itmişlerdir. Bu da nasların cemaatçi okuma biçimi olarak görülmüştür. Bu durum İslam’ı bir ideoloji haline getirmiştir. Nasların cemaatçi okuma biçimi, birey Müslümanların rey ve özgürlüğüne karşı tepki olarak doğmuştur. Oysa cami dışında cemaat arayan Kabe’de kıble arayana benzer. Böylece tarihten bugüne Kitabı hakim kılanla, hayata hakim kılanların mücadelesi devam etmiştir. Vahyin câmi projesine isyan edilmiştir. Hz. Ömer ve Ebu Hanife bu durumda hayatı esas almış, hayata kan getiremediği damarları baypas etmişlerdir. Canlı hayat, o an için canlılığını yitirmiş bir hükme kurban etmemişlerdir. İslam sahası bugün pek çok alanda israiliyatlarla doldurulmuştur. Allah insanı amaç olarak yaratmıştır. İnsanı, kendisine kul yapmakla dünya ve ahiret mutluluğunu yakalamayı hedeflemiştir. Kitabı da bu mutluluğun hidayet aracı olarak göndermiştir. Desene Allah insanı birey olarak amaç konumuna yükseltmiştir. Öyle ki Allah insana özgürlük ve bireycilik olarak iki emanet yüklemiştir. Bu kutsal emanetleri yüklenecek başka varlık da çıkmamıştır. Böylece insan, sorumluluk aldığı için, yeryüzünde amaç konumuna yükseltilmiştir. Bireyci ve özgürlükçü bir zihniyetle İslam’ın yorumlanmaması, toplumsal hayatta boşluk doğurmuştur. Bu boşluğu da cemaatçi yapılanmalar doldurmuştur. Onların bu kabile ve aşiretçi zihniyeyleri, hüküm ancak Allah’ın diyerek, cemaatçilik idealizmi yapmışlardır. Tarihte düşünce dünyamızın öncüleri, tartışmalarındaki ilkeleri, hoşgörü, “müçtehit hata edebilir, isabette edebilir”, bu da Mecellede “içtihat, içtihadı nakz etmez” şeklinde kodifiye etmişlerdir. Öyle ki Kur’an, bilime, tecrübeye, örf ve adete, ibret almaya, aklı kullanmaya oldukça fazla vurgu yapmıştır. Oysa ki fıkıh alimlerinin ürettiği yorumlar, sübjektiftir. Bir anlama ve sonuca varma ameliyesidir. Bu anlama faaliyetinin aklî dinamolar, ortak akıl faaliyetine “sûra prensibi” denmiştir. Daha sonra ‘ şûra ‘ yerini ‘ ulul emre ‘, ‘ birey ‘ yerini ‘ cemaatleşme ‘ye terk etmiştir. Hayatımızın bütünü önceden ilahi buyruk tarafından mutlak olarak belirtilmişse, birey müminin hayatta tercih hakki yoktur. Kulluğu ön plana çıkaran bir din olan İslam’ın amacı, bireysel tercihler alanını yok sayarak, bireyi önceden belirlenen alana tutsak yapmaksa o halde içtihadın anlamı nedir? İçtihat İslamin farz emirlerinden biridir. Bunun için ilk dönemlerden itibaren kıyas, istihsan ve istislah yöntemleri kullanılmıştır. Bu içtihadın sınırını Kitap mı yoksa hayat mi belirleyecektir. Bilginler arasında bu hep tartışılmıştır. İçtihadın asıl amacı hayatımızı kolaylaştırmak, problemleri çözmektir. Kitap ile hayat arasında bağ kurmaktır. Naslarda her biriniz ” hayırda yarıştınız ” emri gereği gerek bilim, gerekse ekonomik rekabet ortamına vurgu yapılmıştır. Ancak içtihatta, özgür ortamın yokluğu, içtihat kapısının kapandığı imajının yaygınlaşması, hayatın her alanını düzenleyen fıkıh külliyatının varlığı, cemaatin bizim adımıza düşünüp karar alması gibi algıların içtihada iradeye set çeken durumlardır. Saygılarımla.