Çanakkale Savaşları’nda ilk düşman mermileri 3 Kasım 1914 tarihinde, Seddülbahir tabyalarına yapılan bombardımanda düştü. İngiltere ve müttefiki Fransa 18 Mart 1915 tarihine kadar bombardımanlarını sürdürdü. Türk birliklerine büyük hasar verdiklerini gözlemleyerek, 18 Mart 1915 günü tüm güçleriyle Boğaz’a girdiler. Buradan ilerleyerek, en sonunda İstanbul’u ele geçireceklerinden çok eminlerdi. Ama karşılarında tüm gücüyle çarpışan, korkusuz Türk askerlerini bulmuşlardı. Böyle şanlı bir tarihe sahip olan millet, var oluş savaşında geri adım atmadı. Cansiperane bir biçimde vatan topraklarını kahramanca savundu. Tarihe geçen bir destan daha yazdı. Kendine çok güvenerek Boğaz’a giren İngiliz ve Fransız güçleri beklemedikleri, ağır bir mağlubiyet aldılar o gün.
Bu ağır mağlubiyetin üzerine, İngiltere tahrip olan onurunu koruma pahasına tüm gücüyle Boğaz’ı geçme planı yapıyordu. Yeni planı, Boğaz’ı karadan yapılacak bir askeri harekât ile geçmekti. Planlandığı bu harekâta 25 Nisan 1915 tarihinde başladı. Ve Çanakkale kara savaşları 9 Ocak 1916 tarihine kadar sürdü. Bu süre zarfında on binlerce Türk askeri şehit olarak, yaralanarak veya esir düşerek savaşamayacak duruma geldi. Vatana girmeye çalışan düşman o dönemin en teknolojik imkânlarını kullanarak, tüm gücüyle saldırdı. Ama her seferinde kutsal zafere inanan Mehmetçik tarafından püskürtüldü.
Belirtilen kara savaşları sırasında gelen bir emir doğrultusunda, 70. ve 71. Alaylar Çanakkale’yi savunmak üzere görevlendirilerek 1. Tümene verilmişlerdi. 24 Mayıs 1915 Pazartesi, gün uyanmaya başlıyordu. 71. Alay 2. Tabur görevli nöbetçileri güneş henüz tam uyanmadan içtima için taburun askerlerini uyandırıyordu. Gecenin karanlığı kalkarken askerlerin hazırlanma sesleri artmaktaydı. Güneş kendini iyice belli ettiğinde asker içtima düzenini muntazam biçimde almıştı. Tabur komutanı güzel bir konuşmayla Çanakkale’ye doğru yola çıkılacağını anlattı. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra yürüyüş başladı. Tabur Sirkeci’ye vardığında gece saat 1.40 dı.
2. Tabur 3. Bölük için Almanların Rodosto Vapuru tahsis edilmişti. Sirkeci’den bu vapurla yola devam edilecekti. Gece askerler karada sabahlayacak, subaylar ise önceden vapura yerleşerek geceyi vapurda geçireceklerdi. Subayların karyolaları vapurun sol tarafına kuruldu. Saatlerce süren uzun bir yolculuk sonrası epey yorulan bölük, gecenin sessizliğinde istirahate çekildi.
Henüz 21 yaşına basan Teğmen İbrahim Naci’nin karyolası başındaki mum zayıf ateşiyle yanmaya devam ediyordu. Arkadaşlarını uyandırmamak için olabildiğince sessiz hareket etmeye çalışıyordu. Genç teğmen eşyalarının arasından günlüğünü çıkardı. Elinde tuttuğu günlüğüyle yavaşça karyolasına otururdu. Mumun titrek alevine doğru döndü. Günlüğün ilk sayfasını açarak o günü yazmaya başladı.
Ertesi gün askerler de vapura bindiler. Vapurun hareketi bekleniyordu ki, yeni bir emir ulaştı. Dün gece bir düşman denizaltısı gemilerden birini torpille vurmuştu. Düşman denizaltılarının tehdidi nedeniyle vapurla asker nakliyesinden vazgeçilmişti. Kara yoluyla yolculuk devam edecekti.
Kimi zaman güneşin kavurucu sıcağında, kimi zaman aniden bastıran yağmurun şiddetinde ilerleniyordu. Gelen emirlere göre bazen gece çadırlar kuruluyor, öyle istirahat ediliyordu. Bazen gelen hareket emirlerine göre Teğmen İbrahim Naci çadırların kurulmayacağını, bir iki saat dinlenilip yola devam edileceği emrini veriyordu. Çadırlar kurulsun, kurulmasın İbrahim Naci her gün bir fırsat yaratıp günlüğünü açıyordu. Bazen yakıcı güneşten koruyan, bir ağaç dalının serin gölgesinde, bazen bir dere kenarının huzur veren su sesinde, bazen çadırında titrek mum alevinde, yaşadığı günden tanıklık ettiklerini kelimeleriyle kaydediyordu günlüğüne.
31 Mayıs Pazartesi günü 2. Tabur Kısıkkaya’ya yaklaşılıyordu. Yolun ilerisinde su bulunmadığı için, askerlerin o noktada istirahat etmesi ve kazanlar kurularak yemek pişirilmesi emredildi. Bir yandan, bazı askerler görevlendirilerek mola yerinin sağ tarafındaki ormana su bulmak üzere gönderildiler. Yarım saat içinde tekrar yola çıkıldı. Hava öylesi sıcaklaşmıştı ki güneş adeta insanın derisinin altına işliyordu. 8 gündür alınan yolun ve sıcaklığın etkisiyle İbrahim Naci’nin üzerine bir rehavet çökmüştü. Gözlerini açık tutmakta zorlanıyor, yine de tüm çabasıyla yürümeye devam ediyordu.
Sonunda saat 10.30 gibi Kısıkkaya’ya varıldı. İstirahat emri verildi. Her zabit hemen bir istirahat yeri seçti kendine. Yorgunlukla hemen bir yere kıvrılıp uzanan İbrahim Naci gözerini kapadı. Ama uyuyamadı. Sesler çalınıyordu kulağına. Buradan denizin görülebileceğini duydu. Uzandığı yerde bir iki kez sağa sola döndüyse de uyuyamadı. Ayağa kalktı. Bulundukları yerden deniz tam görünmüyordu. Yakınlarındaki tepeye çıkmaya başladı. En tepeye vardığında, tüm maviliğiyle karşısındaydı deniz. Manzaraya bakan yüzünde şaşkınlık belirdi. ‘Gelibolu Yarımadası bu mu?’ diye sordu kendine. Saros Körfezi ve iki üç ada görünüyordu. Tepede diğer kumandanların ve arkadaşlarının bulunduğu tarafa gitti. Birlikte dürbünle etrafı seyrettiler bir süre. Elinde dürbün, harap olmuş Bolayır’a bakıyordu şimdi. Düşmanın yerle bir ettiği bu manzarayı görünce içi acıdı. Bolayır’da Gazi Süleyman Paşa’nın (Orhan Gazi’nin büyük oğlu) türbesi bulunmaktaydı. Süleyman Paşa Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya geçişinin öncüsüydü. Bolayır’ı böylesi görmenin şiddetli hüznüyle, ‘Muhterem şehit Süleyman Paşa bu hallere mi maruz kalmalıydı?’ diye düşündü genç teğmen. Her gün olduğu gibi, yine ilk fırsatta bu kederli düşüncelerini de yazacaktı günlüğüne.
Kısıkkaya’da iyice dinlenildi, yemekler yenildi. Akşam saat 20.00 gibi tekrar yola çıkıldı. Hareket edildiğinde hava henüz aydınlıktı ama atılan her adımda karanlık kendini daha da hissettiriyordu. Bir iki saat geçtikten sonra, İbrahim Naci yürürken başını kaldırdı, gökyüzüne baktı. Ay kocaman bir akşam kızıllığı yayıyordu Gelibolu’nun üzerinde. Görüp etkilendiği bu manzarayı günlüğüne aşağıdaki gibi aktardı.
“ Oh! Fakat onda öyle bir akşam kızıllığının hüznü vardı ki! Bütün bu yarımada üzerinde cereyan eden facialara sanki ağlar gibiydi. Şimdi onda kim bilir ne müthiş acı ve kederler vardı. Kâinat artık tekrar hafif bir aydınlığa boğuldu. Ay o hazin ve ağlamış çehresini kâh saklayarak, kâh biraz daha göstererek gittikçe yükseliyor ve vurulan, inleyen memleketi için ağlayan, ayrıldığı için sızlayan, çoluk çocuğu için yanan, intikam için tutuşan binlerce insanı görmek, görerek o ayrılık acılarını bütün sızılarıyla duymak, içmek istiyordu. Şimdi ayın etrafında koyu bir takım hatlar belirmişti. Bütün bu manzara sanki ayın üzüntüsüne iştirak etmek isteyen fedakâr ve harikulâde şeylerdi.” (İ. Naci, 2019)
Sabah 3.30 civarında durma emri verilene kadar yürüyüş devam etti. Eksamil’e gelinmişti. İstirahat yerinde İbrahim Naci yatağını kurdu. Mum alevinin ışığında, yukarıda görülen zengin ve güçlü kelimelerini günlüğüne yazdı. Günlüğünü kapatıp özenle eşyaları arasına koydu. Mumu söndürür söndürmez, yorgun bedenini yatağın yumuşaklığına teslim etti.
1 Haziran Salı günü tabur saat 12.00 da Bolayır’a doğru hareket etti. Binbaşının söylediğine göre, on kilometrelik bir yol yürünecekti. Bu yol üzerinde hem İslam ahalisinin yaşadığı Türk köylerinden, hem de Rumların yaşadığı Rum köylerinden geçildi. İbrahim Naci geçtikleri yerleri dikkatli gözlerle inceliyor, izliyordu. Yolları üzerindeki köylerde gördükleri, genç teğmeni büyük şaşkınlığa uğratan ve kedere boğan bir tecrübe olmuştu. Hiç beklemediği ve onu hayal kırıklığına uğratan bu durumu günlüğüne aynen şöyle aktardı:
“… vaktiyle Türk kahramanlığı, büyüklüğü ile titreyen bu yerler şimdi ne felaketler, ne küçük düşürücü hadiseler yaşamıştı. Cesaret ve adaletleriyle şan veren ecdadımızın haşmeti ile dolu bu topraklar daha dün düşmanın uğursuz ve kirli ayaklarıyla ne kadar çiğnenmiş, kim bilir ne kadar ağlamıştı. Bilmem buralar bundan etkilenmiş miydi? Ben geçtiğim yerlerdeki İslam ahalisinde bu hissi göremedim. Önlerinden kurbanlık kuzu gibi geçen askerlerimize fazla bir yardım ve yakınlık göstermiyor, hiç olmazsa su dağıtarak onların yaralı kalplerine merhem olmuyorlardı.
Çok kere gördüm ki, yollarımız üzerindeki Rum köyleri, özellikle Maltepe Köyü ahalisi başlarında, omuzlarında testilerle, güğümlerle su taşıyordu bizler için. Hele içlerinde bulunan bir kadın kocası askerde olduğundan saatlerce kuyudan su çekmiş, neredeyse kolları kopmuş yine işine devam etmişti. Onlar Rum olduğu halde yalnız kendi sevdiklerinden birisinin içimizde yani askerde olmasından dolayı bu kadar fedakârlık yapıyorlardı.
Ya biz! Ya biz! Biz ki, kendi toprağımız için harp ediyor, kendi namusumuz, kendi şerefimiz için kan döküyoruz, böyle mi olmalıydı? Oh! Biz ne kadar hissiz, ruhsuz, kansız imişiz. Kamçı gibi çarpan şiddetli bir yağmur altında kırık taşla, çamurla dolu sokaklarından geçerken dar pencerelerden uzanan irili ufaklı başların pek azında üzüntü belirtileri görmüştüm. Ah! Bunlar ne soğuk adamlardı.” (İ. Naci, 2019)
2 Haziran Çarşamba günü tabur rüzgârlı bir havada Burhanlı’ya doğru ilerliyordu. Sabah gün doğmadan yola çıkılmıştı. Gün yeni yeni uyanırken, ışıklarıyla havayı aydınlatmaya başlamıştı. Birden Boğaz karşıda belirdi. Rüzgârın sesi kulaklarda uğuldarken, Boğaz’ın engin mavisi parıldıyordu gözlerde. İbrahim Naci rüzgârın üflediği taze ve serin boğaz havasını ciğerlerine doldurdu. Bir yandan gözlerini alamıyordu bu sakin güzellikten. Derken düşüncelere daldı. Boğazın dalgaları İstanbul’un özlem tüten anılarını vurdu gencecik yüreğine. O anda hissettiklerini günlüğünde şöyle dile getirecekti:
“ Boğaz’ın durgun mavimsi suları ruhumda ne hazin, ne derin kırılmalar yapıyordu… Kısmen beyaz köpüklü ufacık dalgaların latif bir ahenkle kumlu sahillere çarpması bütün benliğimde derin bir tesir yapmış olan İstanbul’u, ah, o güzel Sarıyer’i hatırlatıyordu. Oh ya Rab!.. Orada ne mutlu, ne heyecanlı günler geçirmiş, ne saadetli anlar yaşamıştım. Fakat sonra ne olmuştu? Bir hayal, bir serap. Şimdi o mesut zamanların kalbimde yerleşmiş ve terk edilmiş bir mezarı var ki!” (İ. Naci, 2019)
Saat 8.30 da tabur Gelibolu’ya varmıştı. Askerler henüz tamamlanmamış kışlaya yerleştirildi. İbrahim Naci’nin de aralarında bulunduğu subaylar meydanda oturmuşlardı. İçlerinden biri bir gazete bulmuştu, onu okuyorlardı. Ancak gazete üç gün önceye aitti. İbrahim Naci üzüntüyle memleketin ne kadar aciz olduğunu düşündü. Denizden buraya gazete bile gönderilemiyordu. Kendi denizlerimize bile hakim olamamak ne acı bir vaziyet diye aklından geçirdi. Ve o kıpır kıpır güzelim boğaz sularının bile, bu acı duruma merhamet etmediğini düşündü.
Bir süre sonra İbrahim Naci şehir merkezine indi. Düşmanın buraya ulaşabilen top atışlarının çok fazla bir zararı olmamış gibi görünüyordu. Kasaba sokaklarında dolaşmaya devam etti. Sabah yürürken ayaklarında ağrılar hissederken, şimdi ayaklarında en ufak yorgunluk hissetmediğini fark etti. Garip bir durumdu. ‘Demek ki emir ve nizam altında yürümek vücudu yoruyor herhalde’ diye düşündü. Şehir ne kadar güzel ve şirindi ama bir o kadar da kasvetli görünüyordu. Şehrin tozlu sokaklarında asker, araba ve hayvandan başka hiçbir şey yoktu.
Yürüdükçe bir tuhaflık dikkatini çekti genç teğmenin. Önemli bir eksiklik vardı. Günlüğüne bu hissettiği tuhaf eksikliği şöyle not düşecekti:
“ Yalnız bir noksan ilk bakışta göze çarpıyordu: Kadın… Evet, şehirde kadın yok gibiydi. Gözle görülenlerin hepsi yaşı ilerlemiş, buruşuk suratlı ihtiyarlar ve tamamen Hıristiyanlardan oluşuyordu. Ne acı! Anlıyordum ki, hayatta kadınsızlık tahammülsüzdü. Saadet, bahtiyarlık kadınla idi. Şehrin bütün güzellikleriyle beraber bu noksanlığı insanda garip bir yarımlık hissi uyandırıyordu.” (İ. Naci, 2019)
3 Haziran Perşembe sabahı saat 4.30 da uyandı İbrahim Naci. Askere konservelerin verilmesini takiben saat 6.00 da yola devam edilmek üzere tabur yola çıktı. Güneşin sıcaklığı azap verdiği anda bir çeşme başında mola verile verile yürüyüş devam etti. Akşam 20.30 da Akbaş’a varıldı. Buradan Şirket-i Hayriye’nin tahsis ettiği 70 Numaralı, Ziya isimli vapura binilerek karşıya geçilecekti.
İbrahim Naci sıkışık vapura bindi. İçeriye ışığın girmesine çok da müsaade etmeyen küçük bir pencerenin önünde dar bir yere oturdu. Vapurun içi karanlık denecek kadar loştu. Öksürük sesleri, fısıltı şeklinde havada yayılan konuşmalar ve vapur pervanelerinin durgun sularla boğuşma seslerinin gürültüsünde yol alıyorlardı. İbrahim Naci biraz doğrularak başını küçük pencereden çıkarttı. Vapurun süratinden güç alan, tertemiz deniz kokusu yüzüne çarptı hemen. Görebildiği daracık açıdan, denizdeki belli belirsiz karartıları düşman denizaltısı olabilir diye düşündü. Korkunun alevlendirdiği heyecanla kalbi çarptı. Hissettikleri tuhafına gitti. Birden geçmişten hoş anılar canlandı zihninde. Canım İstanbul’da vapura binmek ne kadar güzeldi. O zamanlar kalbi neşeli heyecanlarla dolardı. Oysa şimdi ağlamaya yüz tutmuş, karanlık bulutlar çökmüştü göğsüne.
Tekrar oturdu. Evet, özlüyordu İstanbul’daki anlarını. 21 yaşına henüz basmış bir insanın böylesi zorlu bir cepheye, savaşa, bilinmezliğe yol alırken, güzelim gençlik heyecanlarını özlemesi de elbette normaldi. Ama vatanı için gidiyordu cepheye, kutsal bir amacı vardı. Utanç mı duymalıydı eski güzel anlara duyduğu özlemlerinden? Düşündükçe, vapur pervanelerinin denizi köpürttüğü gibi köpürdü gencecik yüreği. Korkuyor muydu? Ceplerini yokladı önce. Kalemini bulup çıkardı. Sonra kendi içini açmak için günlüğünü açtı. Pencereden sızan zayıf ışığa denk getirdi ve yazmaya başladı.
“ Ben ki, kalbimde senelerden beri vatanım, memleketim için büyük bir aşk beslemiş, fikrimde onun yükselmesi için senelerce neler düşünmüştüm. Kalbimi yokladım. Acaba bu aşk, bu sevgi sönmüş müydü? Hayır!.. Ona daha büyük bir muhabbet ile coşmuş bir halde buldum. Fakat bu korku neydi?
Anladım! Bu düşmanı görmeden onunla buluşmadan memleket için, millet için didinmeden ölmekten korkuyordum. Şimdi gözlerim açılmıştı…” (İ. Naci, 2019)
45 dakikalık deniz yolculuğunun ardından vapur Çanakkale’ye vardı. Kapıya yakın olduğu için iskeleye ilk çıkan İbrahim Naci oldu. İskele kenarındaki sandıklara oturdu ve askerlerin birer birer vapurdan inmelerini izlemeye başladı. O sırada az ilerisinde yatmakta olan kişi doğruldu. 5. Alay’dan bir asker. Konuşmaya başladılar. Askerin Arıburnu’ndaki muhabereden geldiğini öğrenen İbrahim Naci hemen sürmekte olan çarpışmaları sordu. Askerimizin kahramanca çarpıştığını ancak subaylarımızdan çoğunun şehit ya da yaralı olduğunu öğrendi. Şimdi İbrahim Naci’nin de içinde bulunduğu tabur oraya yardıma gidiyordu.
5 Haziran Cumartesi günü Erenköy’e varıldı. Kamp yerlerinde ya da yolda ilerlerken işitilen top sesleri, savaşın tüm hızıyla sürdüğü cepheye iyice yaklaşıldığını haber veriyordu. Belli ki Seddülbahir’de şiddetli bir muhabere oluyordu. Devamlı atılan topların sesi hiç kesilmiyordu. Henüz mesafe uzak olduğundan, Seddülbahir’deki askerler görünmüyor ama bazen top mermilerinin patlamaları seçilebiliyordu. Geceye doğru muhabere daha da şiddetlendi. Gecenin sessizliğinde top sesleri daha bir kükreyerek yayılıyorlardı havaya. Kim bilir ne canlar sönüyordu her korkunç sesin ardından.
İbrahim Naci’nin görev yaptığı tabura emirler artık 3. Tümen’den veriliyordu. Öğleden sonra bir emir geldi. Geceyi geçirdikten sonra, ertesi gün öğlen vakti ileri hatta gidilecekti. Düşmanla yüz yüze gelmeye az kalmıştı. Gece patlayan top seslerinin eşliğinde, İbrahim Naci yine günlüğüne yazmaya devam etti.
6 Haziran Pazar sabahı rüzgâr tüm şiddetiyle esiyordu. Güneş, ışıklarıyla geceyi kovmaya başladığında top sesleri birden kesildi. 5.30 da yatağından kalkan İbrahim Naci yeni gelen tümen emrini öğrendi. İngiltere ile sulh kararlaştırılmıştı. İbrahim Naci acemilerin talim ve terbiyesiyle görevlendirilmişti.
Senelerden beri memleket aşkıyla beklediğini gerçekleştirmek üzereyken, cepheye bu kadar yaklaşmışken, genç teğmenin elinde daha ehemmiyetsiz bir işle uğraşmasını söyleyen bir emir vardı. Büyük haksızlık diye bağırdı içinden ve ayağa fırladı. Hakim olamadığı ağzından ‘Ben istemiyorum, sipere gideceğim’ kelimeleri döküldü bir çırpıda. Yüzbaşının yanında aldı soluğu. Cepheye gitmek arzusunu kumandanına izah etti. Genç teğmenin memleket sevdası kokan kelimelerinden etkilenen yüzbaşı, binbaşının huzuruna çıktı. Yüzbaşı binbaşıyı ikna etmeyi başardı. İbrahim Naci’nin istediği olmuştu. Zamanı geldiğinde, arkadaşlarıyla birlikte o da cepheye gidecekti.
Akşam saat 20.00 civarı top sesleri yine duyulmaya başladı. Saat 22.00 a doğru istirahat için İbrahim Naci çadırına çekildi. Günlerdir patlayan top seslerine alışmıştı artık. O gün yaşadıklarının ruhundaki yansımalarını yine not düştü günlüğüne:
“… bütün arkadaşlarım düşman karşısında dururken ben geride kalamazdım. Benim ince duygularım, hayal kırıklığına meyilli kalbim buna tahammül edemezdi. Ben siperde düşmanla karşı karşıya olmalıyım. Çünkü çarpışmak, boğuşmak istiyorum… Hem ben, kendimin ne olduğunu anlayayım, hem düşman…” (İ. Naci, 2019)
12 Haziran Cumartesi günü, Kilya Limanı. Savaşın getirdiği lanetle yakıp yıktığı yerlerdeydiler şimdi. Savaş öncesi pırıl pırıl olan bu şirin deniz kasabasının sokaklarında matem sessizliği vardı. Binaların neredeyse tümü düşman mermileri ile yıkılmıştı. Harabeye dönen yuvaları hüzünlü gözlerle izleyen askerlerin burnuna gelen yanık kokusu, daha da derin bir sızı bırakıyordu yüreklerde. İbrahim Naci gördüklerini günlüğüne şu şekilde aktaracaktı:
“ İlerledikçe manzara fenalaşıyordu. Burada adeta uğursuz bir ölüm sessizliği vardı. Her yerde bir verem sarılığı vardı. Bütün bahçelerdeki otlar sararak ağaç yaprakları hazin bir solgunlukla yerlere düşmeye başlamışlardı. Ah, bu Rumeli, iki seneden beri ne facialar görmüş, hala da neler görüyordu. Acaba bu zavallı İslam topraklarının kabahati ne idi?” (İ. Naci, 2019)
15 Haziran Salı, Melek Hanım Çiftliği civarı. Artık neredeyse savaşın tüm vahşetiyle sürdüğü cepheye gelinmişti. Havada barut ve kan kokusu. Top seslerinin kulaklardaki dehşet verici şiddeti artmıştı. Hatta düşmanın ölüm saçan mermileri bulundukları mevzilere yakın yerlere isabet etmeye başlamıştı. Alınan emir doğrultusunda, çiftliğin önünde uzanan vadiye paralel giden bir yamaca çıkıldı. İbrahim Naci yüksekte, biraz ileride bir kaç mezar nazar-ı gördü. Hemen hızlı adımlarla yakından bakmak üzere ilerledi. Derme çatma mezarların başına geldi. O vahşetin ortasında mezara alelacele gömülmüş yavrular, vatan evlatları yatıyordu toprağın altında. Anne babalarının öpmeye kıyamadığı yanaklar toprağın altında mıydı şimdi? Bazı mezarların başına bir iki dal parçası bırakılmış, bazılarına sağdan soldan bulunan kırık tahta parçaları konulmuştu. İbrahim Naci o sahipsiz mezarlara hüzünle baktı, uzunca bir sessizlikte. Gencecik teğmenin gözlerindeki buğuda, içinin çok acıdığı belliydi. Arkada dinmek bilmeyen top patlamaları, imanla ağızlardan çıkan Allah, Allah sesleri ya da ağır yaralarıyla ölümü bekleyen vatan evlatlarının acı feryatları. Öylece duruyordu İbrahim Naci. Kim bilir neler geçiyordu sel gibi akan düşüncelerinden?
Gerekli vazifelerini yaptıktan sonra görevli grup çiftliğe geri döndü. Saat gece 1.00 sularında yatağının yanına kıvrıldı. Günlüğünü mukaddes bir emanetmişçesine eşyalarının arasından çıkardı. Gecenin karanlığında belli belirsiz bir görüşte, yüreğinden kabaran kelimeleri tek tek damlattı günlüğüne. Top patlamalarının şimşek çakarcasına aydınlattığı gökyüzünün altındaydı. Mezarların başında yüreğinde uçuşan hislerinin günlüğüne iz düşümleri su şekildeydi:
“ Bunların (mezarların) çoğunun üzerinde hiçbir işaret yoktu. Bazılarında birer ağaç dalı, iki üç tanesinde de kırık tahtalar vardı. Okudum. Bunlarda muharebede şehit düşen fedakâr subayların isimleri yazılıydı.
Ve şimdi doğrusu kalben pek sarsılmış bir haldeyim. Kendisi kim bilir nasıl bir naz u niyaz içinde büyümüş, ne azim bir anne-babanın şefkat ve merhameti ile beslenmiş bu vücutlar şimdi nerede yatıyorlar.
Şimdi düşünüyorum. Şehit olursam ben de mi böyle solgun yapraklı birkaç kel ağacın dibine gömülüp terk edileceğim. Fakat bu ne kadar merhametsiz ve ne kadar feciydi.
Bakalım bana da aynı akıbeti mi göstereceksin? Yoksa sevdiklerime kavuşmaya müsaade edecek misin? Bu yakın olacak mı ya Rabbi?” (İ. Naci, 2019)
İbrahim Naci’nin gerçekten ruhunu saran tek korkusu ortaya çıkmıştı. Ne savaş korkusu, ne ölüm korkusu, ne bilinmezliğin korkusu. Hiçbiri ruhunu böylesine ateşler içinde sarmıyordu. Nabzında çarpan tek korku vardı. Unutulmak.
17 Haziran Perşembe günü hala Melek Hanım Çiftliği’ndeydiler. Aralıklı da olsa karşılıklı topçu ateşi sürmekteydi. Yaverin çadırında, İbrahim Naci ve binbaşının da bulunduğu grup, savaşın gidişatı, verilen kayıplar ve neticeye dair konuştular. Bu toplantının ardından gün içerisinde, İbrahim Naci’yi çok sevindiren bir olay oldu. Eline yeni bir roman geçmişti. Okuyabilecekti. O dehşetin ortasında bile sığınılabilecek en güzel kapılardan biri yine okumaktı. Vakit bulduğu her fırsatta cephede okumaya devam etti genç teğmen.
18 Haziran Cuma sabahı. Güneş yeni doğmuş, toprağı usulca ısıtmaya başlamıştı. Top atışları belli bir süredir duyulmuyordu. Savaşa değer vermeyen doğa huzurlu bir uyanıştaydı yeni güne. İbrahim Naci bu dingin sessizliğin içinde uyumaktaydı. Korkunç bir gürlemeyle patlayan top sesleri huzurlu sessizliği yırttılar birden bire. Ani sesin etkisiyle açtı genç teğmen gözlerini. Uykunun tatlı sınırından henüz geçmemiş olmanın şaşkınlığıyla etrafa baktı. Düşmanın top mermileri uzağa düşmüş ve önemli bir hasar vermemişti. Sakinleyen yüreğinin çarpması normale döndü ve tekrar uykuya daldı. O gün herhangi bir görevi olmadığından saat 9.00 a kadar uyudu. Kahvaltının ardından, öğlene kadar romanını okudu. Öğle yemeğinde fasulye, yoğurtlu kabak kızartması, etli pilav ve pestil hoşafıyla karnını bir güzel doyurdu.
Akşam saat 7.30 da sağ tarafta bulunan yüksek tepeye çıktı. Bulunduğu yükseklikten, Adalar Denizi, Boğaz oldukça güzel görünüyordu. Amansız top atışları tekrar başladı. Karşı taraftaki bu top ateşlerini gören İbrahim Naci, bir kayanın üzerine oturdu ve günlüğünü açarak şunları yazdı:
“ Şimdi ben yüksek tepenin kenarında koca bir kaya üzerinde oturup defterimi karalarken içimde, benden birkaç tepe ötede kahramanca canını verenlerin hayal-i manevisi beni çekiyor. Ve bütün bu güzel yeşilliklerde bir ölüm soğukluğu, insani titreten bir yılan hainliği görüyorum. Artık defterimi kapatıyorum.
Toplar aralıksız atılıyor. Aşağıya ineceğim.” (İ. Naci, 2019)
19 Haziran Cumartesi günü. Top atışları seyrelmişti. İbrahim Naci çayını içiyordu. Hakkı Efendi adında bir zatın terfi ve nişan almak üzere geldiği kendisine haber verildi. Genç teğmen çayından son yudumu aldıktan sonra, Hakkı Efendi’nin bulunduğu yere gitti. Biraz uzaktan terfi alan Hakkı Efendi’nin mesut halini izledi. Çok garibine gitti. Birinin ateş hattına hiç girmeden, hayatını tehlikeye koymadan, hatta tehlikeyi en ufak bile hissetmeden hem terfi, hem de nişan alabilmesi. O kişinin bunu kabul edebilmesi ve bundan mutluluk duyabilmesi! Böylesi bir varoluş savaşında bile, böylesi bir adaletsizlik. Her yerde, her durumda bu çeşit insanlar, bu çeşit adaletsizlikler olabiliyordu demek ki.
Bu içe sinmez tuhaflığı izlerken şöyle düşündü İbrahim Naci: ‘Hâlbuki siperde bulunmuş, düşman top ve tüfek ateşleri altında aylarca hayat geçirmiş nice kimseler vardı ki, hiç düşünülmemişti bile…’ Bir yanda hiçbir şey yapmadan kahraman ilan edilenler, diğer yanda canını bile seve seve veren, gerçek ama adı hiç söylenmeyen kahramanlar. Ne yürek burkan bir adaletsizlikti!
20 Haziran Pazar günü top atışlarının dehşet verici seslerine artık piyade tüfek sesleri de eklenmişti. Gökyüzünde de düşman tayyareleri daha sık görünür olmuştu. Savaş tüm ağırlığı ve yıkımıyla burunlarının dibindeydi artık. Ve tüm lanetini en rahatsız edici biçimde, bıçak gibi saplıyordu cephedeki tüm askerlerin ruhlarına. O günkü ağır ruh halinde bile her şey bir kenara, İbrahim Naci’nin en büyük korkusu yine beliriyordu genç yüreğinde: Unutulmak. Ve günlüğünü kapatmadan önce yazdığı son iki cümle şöyleydi:
“ Fakat bilmem bu satırları ailem okuyabilecek mi?.. Defterim oraya kadar gidecek mi?..” (İ. Naci, 2019)
21 Haziran Pazartesi sabahı saat 7.00. Düşman geceden beri tüm gücüyle taarruz etmeye devam ediyordu. O kadar çok top patlaması duyuluyordu ki, biri bitmeden öbürü başlıyordu. Emir geldi. Teğmen İbrahim Naci ve tüm askerler muharebeye doğru hareketlendiler. Saat 11.00 da savaşın içindeydiler. Havaya ağır bir barut kokusu yayılmıştı. Tüm sesler birbirine karışıyordu. Gürüldeyen top patlamaları, ateş alan tüfekler, feryat eden insan çığlıkları, naralar, gözyaşları, kan damlaları. Savaş adeta tüm lanetini kusuyordu insanların üzerine, hiçbirini ayırt etmeden. Acının, gözyaşının, feryadın rengi yoktu. Canlar birer birer soluyordu. Toprak, üzerine akan kanı içine çekiyordu usulca.
Vatanını sevdiği kadar, okumanın ve yazmanın değerini bilen genç teğmen, o hengâmenin, o kaosun ortasında bile cebinden günlüğünü çıkardı ve şunları yazdı:
“ Muharebeye girdik. Milyonlarca top ve tüfek patlıyor… Şimdi birinci onbaşım yaralandı.
Allah’a ısmarladık.
(saat) 11.15… İ. Naci ” (İ. Naci, 2019)
O gencecik, temiz yüreğin içine doğmuştu. Veda ettiği bu kelimler günlüğüne yazabildiği son satırları oldu. Girdikleri o muharebede ölü bedeni toprağa düşerken günlüğü üniformasının cebindeydi. İbrahim Naci şehit oldu.
Savaşlar bittikten sonra yazılan hatıralar, savaşın sonucundan da etkilendiği için tarihi belge olarak çok değerli görülmeyebilirler. Buna karşın savaş esnasında tutulan günlükler, savaşı anlatan en değerli tarihi hazinelerdir. Özellikle de günlüğü tutan kişinin kalemi kuvvetliyse, belki de en önemli belgeler haline gelirler. Yabancı askerlerde günlük tutma olayı olduğu için, kendi tarihleri hakkında daha detaylı bilgiye sahip olabiliyorlar. Ne yazık ki bizim askerlerimizde günlük tutma alışkanlığı pek olmadığı için çok önemli detayları, gerçekleri kaybedebiliyor, en kötüsü unutabiliyoruz. İbrahim Naci’nin günlüğü Çanakkale Savaşı hakkında yanlış bilinenleri gün yüzüne çıkartırken, hiç bilinmeyen hakikatleri de günümüze taşımayı çok etkin bir biçimde başarıyor.
Bu çok önemli günlük 2012 yılında, Çanakkale Savaşı Harp Malzemeleri ve Belgeleri Koleksiyoneri Seyit Ahmet Sılay tarafından alınmıştır. Daha sonra, Dr. Lokman Erdemir gibi akademisyen arkadaşları tarafından günümüz Türkçesine çevrilerek, tarihimize, gerçeklerimize ve en önemlisi o savaşta yer almış tüm askerlerimizin yüreklerine ışık tutan çok değerli bir kitap olarak yayınlanmıştır (İ. Naci, 2019). Böylesi bir günlüğün ne kadar nadide bir değere sahip olduğunun altını çizmek için belirtmek gerekirse; tarihimizin en önemli savaşlarından biri olan Çanakkale Savaşı hakkında 2012 yılı itibariyle elimizdeki tek günlüktür. Günlüğün detaylarını merak edenlerin Allahaısmarladık isimli bu önemli kitabı okumaları oldukça doyurucu olacak ve bu önemli savaşa ait çok değerli bilgiler sunacaktır.
Çanakkale savaşı gibi büyük bir destan hakkında söylenilen elbette pek çok şey var. Doğru bilinen pek çok yanlış da var. Çanakkale Savaşı başlı başına kocaman, görkemli bir destan olmanın yanında, o savaşın esas kahramanları olan yüzbinlerce askerin, yani insanın küçük ama eşsiz hayat hikâyelerinden de oluşmaktadır. Böylesi anlamlı bir savaşa bir insanın hayat hikâyesinden bakabilmek ise paha biçilemez derecede önem arz eder. Hem insanlık adına, hem kendi ulusal değerlerimiz adına. Savaşlara sadece topun, tüfeğin namlusundan değil, insanların yüreğinin içinden de bakabilmek, asıl fark edilmesi gerekenleri de su yüzüne çıkaracaktır. Tıpkı cepheye ilerleyen İbrahim Naci’nin korkularıyla, umutlarıyla, sevdikleriyle, hüzünlendikleriyle, kısacası kendiyle yüzleşerek fark ettikleri gibi.
Günlükten bu yazı içerisinde verilen alıntılardan da görebileceği gibi, İbrahim Naci’nin günlüğü edebi bir sanat eseri değeri taşımaktadır. Yaptığı tasvirlerin harikuladeliği, yerleri tanımlamadaki ustalığı, duygularını objektif ve muazzam bir anlatımla yansıtması hayranlık uyandırıcı düzeydedir. Seyit Ahmet Sılay ve Dr. Lokman Erdemir gibi konusunda uzman diğer arkadaşları tarafından günlük çevrilirken, günlüğün edebi değeri ve kelimelerinin zenginliği karşısında hayrete düşülmüştür. Sayın Sılay, değerli uzman arkadaşları ve günlüğü inceleyen diğer akademisyenlerin görüşlerine göre, İbrahim Naci üç bin kelimenin üzerinde kelimeyle konuşabilmektedir. Bir başka ifadeyle, bu topraklar ve tüm insanlık Çanakkale Savaşı’nda bir Fuzûlî, bir Shakespeare kaybetmiştir. İbrahim Naci eğer yaşasaydı, kim bilir ne büyük eserler armağan edecekti insanlığa. Dünya edebiyatı için ne acı bir kayıp.
Kaleme alırken belki de en duygulandığım yazılarımdan biri oldu. İbrahim Naci’nin edebi bir hazine niteliğindeki günlüğü her yönüyle tarihimize ışık tutmaktadır. Ve destanlarla anılan savaşlarda bile yer alanların birer insan olduklarını tüm samimiyetiyle dile getirerek, hatırlatmaktadır. Allahaısmarladık kitabının hazırlanmasında emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Bir savaştan çok daha fazlasını anlatan Çanakkale Savaşı’nı hatırlarken, tüm şehitlerimize, vatan toprağının değerini bilmiş, emek vermiş tüm kaybettiklerimize ve halen gönlünde vatan sevgisiyle emek vermekte olan tüm insanlarımıza şükranlarımı ve derin minnetlerimi sunuyorum.
Sanıyorum sizler de benim gibi, İbrahim Naci’nin yüreğe sığmaz unutulma korkusunu okurken, aklınızdan benzer düşünceleri geçirerek İbrahim Naci’ye ve onun anlatmaya çalıştığı tüm isimsiz kahramanlara seslendiniz:
Unutmadık!…
Kaynakça
İbrahim Naci, Allahaısmarladık – Çanakkale Savaşı’nda Bir Şehidin Günlüğü, Hazırlayan: Seyit Ahmet Sılay, Yeditepe Yayınevi, 2019.
5 yorum
Bizlere Çanakkale destanını yeniden anımsattığın için teşekkürler. Kitabı alıp okuyacağım, daha sonra da, kütüphanemde referans ve başvuru kitapları arasına koyacağım.
Severek, anlayarak, anlamaya çalışarak, hissederek, hislerimin kalbime bir hançer gibi saplanmasına aldırış etmeden okuduğum bir yazı oldu. İtiraf etmeliyim ki makalenin başlığına baktığımda okuyup okumamakta tereddüt ettim ancak okumaya karar verdim. Satırların arasına girince makaleyi hızlıca bitirmeye çalışmaktan kendimi alamadım. Bu halim hemen okuyup geçeyim değil, “bu satırdan sonrası nasıl, sırada ne var acaba? ” merakından olsa gerek.
Burada yazarın da belirttiği gibi Şehit Teğmen İbrahim Naci merhumun gerçekten ne kadar içten, edebi, yürekten gelen duygularını, gözlemlerini hatıratına not aldığını aslında bunu yaparken tarihe not düştüğünü anlamamak, görmemek, hissetmemek mümkün değil. Osmanlının, son dönemi olmasına rağmen, askerine verdiği eğitimin ne kadar yüksek kalitede olduğundan şüphemiz kalmıyor. Hem askerlik sanatını öğretmişler hem de vatan sevgisi, millet aşkı ve üstün karakterli olma hassasiyetleri kazandırılmış. Ayrıca bu örnekte olduğu gibi edebiyat, güzel sanatlar ve dini bilgilerle donatılmış olarak hayata atılmaları sağlanmış. Darısı bugünkü eğitimimize ve hayata yakın zamanda atılmış ve atılmaya hazırlanan gençlerimize.
Bu arada kitaptan haberdar olmamıza vesile olduğunuz için ayrıca teşekkür ederim. Bu kitaplar çok okunmalı, çok okutulmalıdır. En kısa sürede bu kitabı edinip içercesine okumak istiyorum. Gelibolu’yu değişik zamanlarda beş defa ziyaret etme imkanım oldu. Bu kitabı okuduktan sonra, kim bilir bir defa daha ziyaret imkanım olur, bir de bu gözle bakmaya çalışırım.
Emeği geçen makale yazarı Prof.Dr. Çağdaş Hakan Aladağ hocamıza çok teşekkür ediyorum. Ayrıca makaleyi yayınlayan Akademikakıl ekibine şükranlarımı sunuyorum.
Saygılarımla.
Unutmadik,unutmayacagiz…
Teşekkürler sayın hocam. Büyük bir hüzün İle okudum. İsmail Naci’nin korkularını da yaşadım. Tarihimizden bu kadar önemli bir kesiti farklı bir kaynak ve anlatımla bizlere sunduğunuz için teşekkür ederim. Tarihimizi, yaşadıklarımızı unutmamak benzer olaylarla bir daha karşılaşmamanın en doğru yolu. Ama bunu yeterince yapabildiğimizden, ya da toplumun yaygın olarak yapabildiğinden de çok emin değilim. Referans kitabınızı yemin edip okuyacağım. Tekrar teşekkürler.
İbrahim Naci ve tüm şehitlerimizi unutmamak, evlatlarımıza da anlatabilmek adına çok anlamlı bir yazı olmuş. Yarattığınız bu farkındalık için çok teşekkürler Çağdaş Hocam. Hemen Kitabı alıp yitirdiğimiz bir büyük değerin ilk ve son eserine yolculuk yapacağım. Ruhu şad olsun 🙏