Çok düşündüm sana bunları yazmamak ve senin de canını sıkmamak için, ama artık içimi dökecek kimsem kalmadı Anne. Dedem de yok, Babam da
Bir sen varsın. Aslında bu mektubu sana, bir anlamda, binbir güçlükle okuyup, tıp gibi emsal kabul etmez bir tahsili yaparak, bütün zorluklara rağmen hekim olmayı başarabilen, ancak günümüzde maalesef, hep aşağılanan, tahkir edilen, hakları elinden alınan, halka ve topluma, düşman, aç gözlü, doymak bilmeyen, şerefsiz, namussuz, gaddar, sahtekâr ve katil gibi gösterilmek istenen tüm meslektaşlarım adına yazıyorum.
Biliyorum ben, yaşını başını almış, torun torba sahibi bir Profesör olsam da, senin gözünde hâlâ çocuğum. Hep "İsmi" diye seslendiğin, rahmetli Dedem ve Babam ile el birliği etmişçesine, "Sen büyüksün, ağabeysin, kardeşlerine baba gibisin, çocuk değilsin, sen büyük adam olacaksın, çok çalış, ne bulursan oku" diye beni yönlendirdiğin, kendimi erişkin birisi gibi görmem için gayret ettiğin, ama senin gözünde hep çocuk kaldığım, o ele avuca sığmayan yavrunum. Senin şefkat dolu yüreğin, aslında hiç istemedi ki zaten benim büyümemi. Çünkü sen çok iyi biliyordun, ağustosta zemheriyi yaşıyordu şeytanın batağına düşmeden büyüyenler, okuyanlar, kimseye boyun eğmeyenler, çok çalışanlar, gerçek peşinde koşanlar, dünya-yi dun içun edaniye baş eğmeyenler, bu zamanda. Keşke büyümeseydim, keşke gönlüm çocukça ve tertemiz kalabilseydi. Çünkü doğmak güzel de, yaşamak çok zor ve külfetlidir, namuslu, dürüst, ulvi zoru başaranlar, bilgili ve âlim olanlar için Anne.
Hep senin dualarınla elli yedi yaşıma girdim anne. Ne doğum günüm oldu ne doğum günümü kutlayan! Bilmem, bilmek de istemem zaten böyle şeyleri. Oldum olası yapmacık, özenti, güvensiz ve anlamsız gelir bana bu tür kutlamalar, günler… Tabii, bayramımız, seyranımız, tatilimiz, gecemiz, gündüzümüz, pazarımız da olmamış ya. Hatırlarsın, yıllarca torunlarına, babalarının meslekleri sorulduğunda, "NÖBETÇİ" diye cevap verirlerdi. Çok fazla da bir şey değişmedi ya bu yaşımda. Hep şifa dağıtmaya gayret ettim, okudum, hep makaleler, kitaplar yazdım, hep bilgimi, san’atımı ve tecrübemi öğrettim, aktardım ve bunlara da devam etmek istiyorum. Ama olmuyor, olmuyor Anne! Çok sevdiğim ve 30 yılı aşkın bir süredir zevk ve heyecanla, dürüstçe sürdürdüğüm hekimlik mesleğimden, üniversite hocalığından, mesleki yönden kendilerini yetiştirirken, edebi ve sosyal açıdan da iyi yetişebilmeleri için her türlü gayreti gösterdiğim, şakalaştığım, kendilerine zaman zaman ufak tefek hediyeler, özellikle de kravatlarımı vermekten ve kendi kitaplarımı imzalamaktan ileri derecede haz ve zevk aldığım istikbalin doktorları öğrencilerimden, asistanlarımdan ve meslektaşlarımdan soğutuldum, usandırıldım, küstürüldüm.
Şimdi de performans diye bir şey çıkarmışlar Anne. Nerede ise, görmediğim ülkesi kalmadı bu fani dünyanın, birçok yabancı dil biliyorum da, bu performansı bir türlü anlayamadım. Aldığım eğitime, aklıma, izanıma, irfanıma ve ufkuma sığmıyor ki sana da anlatabileyim. Hani, fındık toplarken, işçilerin gözünden kaçan, dallarda kalanlarını bulup getirdiğimizde, babam bize bahşiş verirdi, biz de çok bahşiş alabilmek için bazen, çaktırmadan kendi fındık harmanımızdan alıp, kendimiz toplamış gibi size getirirdik ya, işte ona benzer bir şey
Bir de, bir günde 30 saat çalışılabilirmiş gibi anlayamadığım bir şey daha duydum. Ne kadar doğru, bilemiyorum ama, karar alınmış, bundan böyle, günler 30 saat olacakmış! Güneş hiç batmayacakmış!
Hayatımın baharı da, yazı da gitti, hazanının neresindeyim, onu da hiç bilemiyorum, belki de tamamen "hiç"lik yaşıyorum Anne
Elli yedi yıllık ömürde kazançtan yana hiçbir şey yok! İsviçrelere, Amerikalara, Japonyalara gönderdiğin, okusun, tecrübe kazansın, dünya çapında büyük bilim adamı olsun, insanlığa faydalı olsun, beyin cerrahı olsun, profesör olsun diye gönderdiğin oğlunun kesesinde biriktirdiği akçeler(!), artık geçmez oldu. Yetiştirdiği, okuttuğu, eğittiği, büyüttüğü, hep gözü gibi gördüğü kişilerin çoğu, dost sandığı bu çarşı, pazar, sokaklar, sahte gülücüklü ve menfaatperest, papyon ve kravatlı insan müsveddeleri, oğluna el, hatta hasım oldu Anne! Ne ben onları ne de onlar beni tanıyabiliyor artık. Birbirimize yabancı, hatta bazen de düşman gibiyiz, hoş bir seda bırakma gayreti içerisinde olduğumuz şu mavi gök kubbe altında.
Artık elli yedi yaşıma girdim anne. Ne anlayan var halimden ne konuşan var benim konuştuğum dilden. Ancak sen anlarsın, analar, ana yüreği anlar beni ve tüm meslektaşlarımı! 57 değil, 107 yaşıma da erse yaşım, anladım ki sahici olan sadece ve sadece senin şefkat ve sevginmiş bu dünyada. "Ana başta taç imiş/Her derde ilaç imiş/ Bir evlat pir olsa da,/Anaya muhtaç imiş" boşuna söylenmemiş. Çok zor günler geçiren ve her zamankinden daha çok duaya ihtiyacı olan bu tabip meslektaşlarıma duanı eksik etme, olur mu Canım Annem?
Kelli felli koskoca adamların binbir suratlı, menfaatçi, sahte ve riyakâr yüzlerinden sıkıldım artık! Nefes almakta zorlanan bebekleri(!) gördükçe içim kan ağlıyor. Ben de artık "NEFES" alamıyorum. Dünyanın her türlü nimetini ve insan kaynaklarını bencilce tüketen şükürsüzleri, hasisleri, insafsızları gördükçe utanıyorum gelecek ve mesleğim adına, bütün insanlardan.
Özledim senin yaptığın, "Oğlum yoğurtla mısır ekmeğini çok sever" düşüncesi ile İsviçrelere kadar pişirip gönderdiğin mısır ekmeklerini, yetiştirdiğin taze sebzeleri, çocukları sevişini, bem- beyaz örtünle melekler gibi masumane, mütevekkil, secdeye gidişini, duaya duruşunu. Lütfen meslektaşlarımdan dualarını esirgeme, ne olur Anne
ANNE
Sevgini yüreğime, nakış nakış kazan ne?
Çile dolu bir ömrü, talihime yazan ne?
Bunca derdi çekmeye, mahkûm olan bu beni,
Yapayalnız bırakıp, ne olur gitme Anne.
(Vuslat, Bakanlar Medya, 2002. Sayfa 15)