Doğa, yaşamamız için vazgeçilmez varlıktır. Ondan doğar, yine ona döneriz. Kutsal kitaplar da benzerini söylerler. Aslında doğanın bir parçasıyız. Varlığımız ve yaşamımız bütünüyle doğaya; doğadan yarattığımız çevreye bağlıdır. Bu nedenle doğa ve yaşadığımız çevre, her şeyimizdir. Peki sadece biz insanlar için mi? Hayır, doğa bizden başka canlıların da her şeyidir. Biz insanlar, hiçbir canlı varlığa karşı ayrıcalığa ve üstünlüğe sahip değiliz.
Aynı varlık ve yaşam alanını paylaştığımız canlılardan önemli bir farkımız olduğunu da unutmamak gerekir. Sorumlu bir canlıyız. Bilinçli oluşumuz sadece doğaya değil, bizim dışımızdaki canlılara karşı da sorumluluk ve yükümlülük getirir. Bu sorumluluk, doğayı ve canlıları barış ve iş birliği içinde görme zorunluluğunu doğurur.
Doğa ve içindeki canlılar ile olan ilişki tarzımız, çevre felsefemizin nasıl olduğunu gösterir. Felsefeyi, insanın doğa, diğer insanlar ve Tanrı ile ilişkisini düzenleyen ilkeleri içerir diye tanımlayanlara bakılırsa, biz insanların ilişki skalası bu tanımdan daha geniş ve daha derindir. Neden? İnsan kendisiyle, başka insanlarla, doğa ile ve Tanrı ile ilişki içindedir. Kendisine iyi davranmayan, diğer insanlara ve doğaya da iyi davranmaz. Tanrı inancı herhangi bir dinin tanımladığı tanrıyı değil, insanın doğa ve çevreye karşı sorumluluklarını hatırlatan insanüstü bir ilkeye karşılık gelir. Bu vicdan, hukuk, Kant’ın dediği gibi, ödev ahlakı olabilir. Her din bu üst varlığı, insana ve canlılara, doğaya ve çevreye karşı sorumluluğu teşvik eden adı değişebilen bir Tanrı olarak betimleyebilir. Yeter ki insanın, sayılan varlıklarla ilişkisini çevre bilincini destekleyecek şekilde yönlendirilmesini sağlasın.
Antik felsefede, Ortaçağ felsefesinde ve hatta modern felsefede insanın doğa ve diğer canlılarla ilişkisi hiyerarşik düzen içinde açıklanır. İnsanın insanlarla ve Tanrı ya da en üst ilke denilen tinsel varlıkla ilişkisi, hep parçası olduğu doğa sayesinde kurulur. Südur yani emanasyon teorisi Pythagoras’dan Plotinos’a ve Türk-İslam filozofu Farabi’ye kadar sistemleştirilerek savunulur. Bu teoriye göre, içinde yaşadığımız maddeler alemi doğadan kalkarak en üst ilkeye yolculuk yapılır. İnsanın ulaşabileceği en tinsel aşama, ancak doğanın varlığıyla mümkün olur. Başka bir deyişle, içinde yaşadığımız ve parçası olduğumuz doğa, bu yükselişin olmazsa olmaz koşuludur. O yüzden doğaya ve çevreye dostça, barışçıl ve yapıcı biçimde yaklaşmamız zorunludur.
Çevre ile ilişkimiz onu temiz tutmaktan, yaşam alanı olarak varlığını sürdürmesine yarayacak her türlü yapıcı yaklaşıma kadar saygı temeline dayanır. Tüketeceğiz ama tükettiğimizden daha fazlasını doğaya geri vereceğiz. Kullanacağız ama yok etmeyeceğiz. Kirletmeyeceğiz. Toprak, sadece üstüne bastığımız bir madde değil, varlığımızı ve yaşamımızı borçlu olduğumuz her şeyimizdir. Çevreyi kirletmek, doğayı yakıp yıkmak, onu sırf bir tüketim nesnesine dönüştürmek, öncelikle bizi tehdit eder. Doğa ile savaşmak değil, Stoalıların dediği gibi onunla uyum içinde yaşamak biz insanların sorumluluğudur. Biz insanlar, doğa ve içindeki her şeye saygılı olmak ile yükümlüyüz. Bu yükümlüğü yerine getirmek de sadece bizim görevimizdir. Doğayı tahrip edip ardından daha iyi yaşam beklemek boşunadır.
Toprak, ağaç, orman, dağ, göl ve denizlerimiz, tüm insanlığın ortak değerleridir. Bu değerlere saygılı olmak, emanasyon hiyerarşisinin sağlıklı kurulmasının zorunlu koşuludur. Modern çağda doğaya duyarlı olmamamız, hem çevre felaketlerini, hem de tinsel huzursuzluklarımızı artıracaktır.
Çevre, doğanın yine doğaya uygun ve uyumlu biçimde etik yorumlanmasıdır. Çevre bilinci, etik bir doğa yorumudur. Çevre her şeyimizdir, öyle ki ruhsal ve zihinsel mutluluğumuz çevreyi korumamıza, onun bizi yaşattığı gibi bizim de onu yaşatmaya çalışmamıza bağlıdır.
Çevremiz her şeyimizdir; vatanımız, milletimiz ve geleceğimizdir.