Tüm zorlukları yanında acil serviste çalışmanın güzel tarafları da var aslında. Örneğin, insanların neredeyse yarısını bunaltan “can sıkıntısı” denen o tatsız duyguyu pek yaşamazsınız bu ortamlarda. Tekdüze bir hayattan çok uzaksınız çünkü. Her gün farklı bir aksiyon bekliyor sizi.
Bugün sahnede bir güzellik var. Hem de ne güzellik!
Lise çağlarında olmalı. Ambulansla getirildiğinde gözleri kapalıydı ama bilinci açık aslında. Bir bunalım yaşadığını tahmin etmek zor değil. Ne kadar ısrar etsek de gözlerini açmıyor. Israrlar işe yaramayınca kızcağızın annesine dönüp soruyorum.
“Hastanın ne şikâyeti var?”
Bir şeyleri açıklayıp açıklamama arasında kısa bir tereddüt yaşıyor genç anne. Bu arada ambulans görevlisi yaklaşıp bir kutu uzatıyor.
“Yarım saat önce hepsini yutmuş hocam.”
Hastayı sedyeye aktarırken hızlıca müdahaleye başlıyoruz. Midesini yıkamamız lazım. Hemşirelerimiz durumu tahmin ettiği için malzemeleri çoktan hazırlamış bile.
Mideme yıkama dediğimiz şey kolay değildir. Özellikle hasta açısından burada yaptığımız en sevimsiz işlerden biridir. Düşünsenize, neredeyse yarım santim çapında bir boruyu midenize sokuyorlar, hem de burun deliklerinden…
Güzel kızımız sonunda gözlerini açıp sondaya bakıyor. Hiç de ürkmüş gibi bir hali yok. Kaşlarını çatarak kendinden emin bir sesle soruyor.
“Onlarla ne yapacaksınız?”
“Yuttuğun ilaçlar çok tehlikeli,” diyorum. “Neyse ki erken geldin. Henüz midedeyken temizlemek gerekir.”
“İstemiyorum!” derken sinirli hareketlerle başını sağa sola sallıyor hastamız.
“Bunun şakası yok küçük hanım,” diyorum. “Geç kaldığımız takdirde bu ilaçlar kana karışır. Önce kalbine dokunur. Tansiyonun düşer, kalbinin ritmi bozulur…”
“Ne olacaksa olsun,” diyor kararlı bir sesle. “İstemiyorum.”
“Anlatamadım galiba. Gerekli müdahale yapılmazsa…”
“Ne olurmuş?” diyerek olduğu yerde doğrulup kıvılcım saçan gözlerini bana dikiyor. “Açık konuş Doktor! Ölür müyüm?”
“Yani anlatmak istediğim şey bu aslında,” diyorum. “Gerekli işlemleri yapmazsak bu da ihtimal dışı değil.”
Bir süre cevap vermiyor. Durgun haline bakınca artık ikna olduğunu düşünüyorum. Hafif gülümser gibi yaparken alaycı bir ifade yerleşiyor yüzüne ve burnundan “hıh” diye bir ses çıkarıyor.
“Sizce bu beni korkutuyor mu? Yaşamak isteseydim bunca ilacı yutar mıydım?”
Ölmek söz konucu olunca böylesine cesaret gösteren kızımız keşke yaşam için de aynı duruşu sergilese. Derin bir soluk alıp veriyorum. Dakikaların önemli olduğu böyle bir zamanda hastanın direnci işimizi engelliyor.
“Bak güzel kızım,” diyorum. “Şimdi küçük bir sondaya itiraz ediyorsun ama gerekli tedaviyi yapmazsak birkaç saat sonra daha fazlasını yapmak zorunda kalacağız. Bir de bunu düşün istersen.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
Bu sefer biraz endişelenir gibi oluyor. Tedaviye başlamanın tek yolu buysa buradan yürüyebilirim.
“Mesela, bilincin kapanır,” diyorum. “Solunumunu desteklemek için şu gördüğünün iki katı kalınlığında bir tüp takmak zorunda kalırız.”
“Onu da istemiyorum,” diyor ama şimdi sesi daha cılız.
“Beni oyalamaya devam edersen maalesef buna itiraz edecek durumda olmayacaksın.”
“İstemem,” derken küskün bir çocuk gibi yüzünü sola doğru döndürüp gözlerini yumuyor.
“Ve derin uyuduğunda mesane kontrolün olmayacak,” diye devam ediyorum anlatmaya. “Eh, bir bebek gibi altını ıslatmanı istemeyiz…”
Mesajı alıyor. Cin gibi ne de olsa. Gözlerini iri iri açıyor. Sonda ihtimali onu ölümden daha çok korkutmuş gibi görünüyor. Aniden iki elini birden yüzüne kapatıp sarsılarak ağlamaya başlıyor.
“Kahretsin! Ölmek de mi yasak bu dünyada?” İndiriyor ellerini. Öfkeli bakışlarını gözlerime yöneltiyor. “Ne isterseniz yapın!”
Ve o sevimsiz işlem başlıyor.
Nasıl da kararlı! Sonda burnundan girerken gözlerini yumuyor. Her iki eliyle sedyenin kenarlarını sıkı sıkı tutuyor. Yüzü kızarıyor. Gözlerinden yaşlar geliyor ama itiraz etmiyor. Sonda bir miktar ilerledikten sonra öğürmeye başlıyor ama sedyeyi kavrayan elleri gevşemiyor.
On dakikayı geçen ikna sürecinden sonra sondanın takılması iki dakika bile sürmüyor. Hemen sonrasında serum takılırken hiç itiraz etmiyor. İğnenin ucu yumuşacık teninden geçerken ürperiyor, kaşlarını çatıyor ama bunu da kabulleniyor.
Biz ilk müdahalesini tamamladığımızda psikiyatri hekimi de geliyor. Bazı sorular soruyor. Kumral saçlarını incecik parmaklarının ucuyla geriye doğru atıyor. Masum ve güzel yüzünde kırılganlığın izleri dolaşıyor. Yorgun mavi gözlerini tavana dikmiş, adeta kendi kendine konuşur gibi yanıtlıyor soruları.
Bunca insanın güzellik uğruna bıçak altına yattığı bir dünyada doğuştan böylesine güzelliklere sahip bir genç kızı intiharın eşiğine getirecek şey ne olabilir? Daha güzel olmak için can atan sürüyle kız vardır ama bu kaderi arzulayan kaç kişi vardır bilemem.
Kızının tüm gamsız tutumuna rağmen annesi epeyce endişeli görünüyor. “İlaçlar için endişelenmeyin,” diyorum. “Erken müdahale ettiğimiz için durum kontrol altında. Ama hastamızı üzen her neyse esas üstünde durmamız gereken şey o.”
“Çok teşekkür ederim,” diyor titreyen bir sesle. “Her şey için…”
Ama hastamız, sanki başkası hakkında konuşuluyormuş gibi ilgisiz görünüyor. Bakışlarını tavana dikmiş, aradığı şey oradaymış gibi gözlerini kırpmadan öylece duruyor.
Boşuna dememişler, Allah çirkin şansı versin, diye. Böylesine güzel olup da neşeli, şen şakrak bir insan bulmak ne kadar zor, değil mi?
Kan tahlilleri normal çıkıyor hastamızın ama bu yeterli değil. Bir süre takip edilmesi yani yatması gerekecek. İki saate kalmadan serviste yerinin hazır olduğu haberi geliyor.
“Geçmiş olsun,” diyorum. “Şimdilik tehlikeyi atlatmış gibi görünüyorsun ama çok uğraştırdın bizi.”
Yanıt olarak ateşli bakışlarını gözlerime dikmekle yetiniyor. Bu tafraları hak eden ben değilim, diye düşünüyorum ama kızımızın canı sağ olsun.
Yırtık pantolon giymek, saçını boyatmak, dövme yaptırmak, kaşlarına ve burnuna piercing taktırmak gibi pek çok şey deneyen kızcağız belli ki doyuma ulaşamamıştı. Sigara içtiğini tahmin etmek zor değil ama annesinin söylediklerine bakılırsa alkol de alıyormuş zaman zaman. Hatta arkadaşlarıyla içtiği sigaranın içinde bir şeyler olduğundan da şüpheleniyormuş annesi ama bunun için bir kanıt yokmuş şimdilik. Ve daha bilmediğimiz neler var kim bilir.
Alkolün dozunu kaçırınca aşılan sınırlar… Dağınık zihinlerin yanlış kararları ve geri dönüşü olmayan hatalar… Başladığı hızla biten ilişkiler… İncinen gurur ve terk edilmişlik hissi…
Tüm bu tatsız durumlardan kurtulmanın tek yolunun kendilerine hediye edilen hayatı ortadan kaldırmak olduğu yanılgısına düşüyor gençlerimiz. Hatanın hatayla telafisi yanlıştır. Ama en kötüsü bir daha telafi edemeyeceğiniz bir yöntemle bunu yapmaya kalkışmak!
“Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey varsa o da hayatın anlamını kaybetmektir,” diyor Seneca. Pek çok insanı psikiyatri polikliniklerine sürükleyen de anlamsızlık hissi değil mi?
Yutacağı üç beş hapın hayatına anlam katmayacağını bal gibi biliyor gençlerimiz. Mesela, hayatımıza anlam katacak soruları irdeleyen felsefe daha güzel bir seçenektir. Gel gör ki, dijital dünyanın ayartıcı kancaları gençlerimizle felsefe arasında Çin Seddi gibi durmaktadır.
Çocuklarımızın; okuyan, düşünen, rotasını bilgeliğe kıvırmış, haliyle huzurlu geleceğini kendi elleriyle inşa edecek olgunluğa ulaşması dileklerimle…
4 yorum
Bir doktorun bir hastayı fiili tedavisi kadar, konuyla ilgili yazıları da o derece güzel ve faydalı olduğu kanaatindayim..
Tebrik eder ömür boyu başarılar dilerim…
Bu yolu(intihar)ı zaman zaman aklından geçiren gençler ve onların durumlarını anlamamakta ısrar eden anne babalar için ibretlik bir olay.Doktor beyi de sabırlı ve sağduyulu yaklaşımı ,olayı yazıya döküşünden dolayı tebrik ediyorum.Ben şahsen yararlandım.
Sayın hocam, aklına ve yüreğine sağlık. İyi ki varsınız. Sağlık ve afiyetler diliyorum.
DEĞERLİ HOCAM, ÇOK GÜZELDİ. BAŞARILARINIZIN VE YAZILARINIZIN DEVAMINI DİLİYORUM. RABBİM HAYIRLI ÖMÜRLER VERSİN.