Yıllar önce bir ulusal kanser kongresinde, sosyal program olarak Sunay Akın var dediler. Adamın çenesine hayranım; dünyanın en tatlı masalcısı, kitaplarını okumaya başlamışım. Sıra bekliyoruz ki salon açılsın, içeri girelim. Arkamızda bekleyen birisi “Siz de sıra mı bekliyorsunuz?” dedi. Baktım ta kendisi: Sunay Akın. Salona girdik, çok güzel bir sohbet yaptı; İstiklal Savaşı’ndan Oyuncak Müzesine. Durur muyum, kısa süre sonra Samsun’dan İstanbul’a gittim çocuklarımla Oyuncak Müzesini gezmek için.
İstanbul Oyuncak Müzesi, 23 Nisan 2005 yılında şair / yazar Sunay Akın tarafından kurulmuştu. 1700’lü yıllardan günümüze oyuncak tarihinin en gözde örneklerinin sergilendiği müze, tarihi bir köşkte konumlanmıştı. Girerken bahçede koca bir zürafa sizi karşılıyor. Her yaştan insan “Aaa! Bende de vardı!” diyor. Çocukluğuma gittim. Evimizin yanında akan derede çamurla oynamak en büyük keyifti. Sokakta bilye oynamak, çelik-çomak ile koşmak harikaydı. Sonra bir gün komşumuz Osman amcanın Hollanda’da yaşayan kızı bize oyuncaklar getirdi. Benim payıma küçücük bir kırmızı, demir bir tır ve bir de küçük, turuncu bir “kaplumbağa” diye adlandırılan plastik araba düşmüştü. O küçük tır bana o kadar kocaman hayaller kurdurdu ki, fen lisesine yatılı olarak gittiğimde hala büyüdüğümde hayalim: tır şoförü olup dünyayı gezmekti. O turuncu kaplumbağa ile ne konforlu seyahatler yapmıştım. Bir de koyun güderken “silahçılık” oynardık. Eski su değirmeninin yanında koyunlar otlarken ben, kardeşim Ahmet’le elimizdeki sopaları silah gibi tutar, “dışın dışın!” ateş ederdik. Hiç tabancamız olmamıştı. O yıllarda zaten çocuklar sokakta oynadığı için oyuncağa da pek ihtiyaç yoktu galiba.
Büyüdüğümde baba olunca, oğluma oyuncak silah almayacağım derdim. İhtisasım sırasında Ufuk Beyazova hocaya sordum: “Hocam, tabanca nasıl bir oyuncaktır?” O her zamanki bilge haliyle keskin olmamak gerektiğini, çocuğun iki parmağını bile oyuncak silah olarak kullanabileceğini söyledi, ama özelikle de almamak gerekir dedi. Oğlum büyümeye başladı, ben hiç silah almadım. O yıllarda bir Türk dizisi var. “Adanalı” diye çağrılan bir polis karakter var; hem komik hem cesur. Oktay Kaynarca oynuyor. Oğlum o kadar seviyor ki adın ne diyene “Adanalı” diyor. Bir yakınımın aldığı hediye ile silaha kavuştu. Arabalar ile onu silahtan uzaklaştırdık. Çünkü annesi ve ben çok korkuyoruz silahtan.
Çalıştığım hastaneye Libyalı hastalar geliyor. Ürkek anneler ve kocaman kara gözleri ile ürkek, korkak bakan çocuklar. Çocukların bildiği tek oyuncak var; silahlar. Hepsinde birden fazla, farklı şekilde oyuncak silah var. Hele kemik iliği nakil ünitesinde yatan bir hastanın annesine çok üzülmüştüm. Eğitimli bir anne ve çok da duyarlı çocuğu konusunda. Anne oyuncak silahları kaldırmış, oğlan kağıttan ve tahta dil basacağından tabancalar, tüfekler yapmış. Anne üzgün ve mahcup bir şekilde bana bir resim defteri gösterdi çocuğun. Resim yapmış çocuk, yine silahlar ve savaş var. Çocukların pek çoğu bizimle de ancak silahlı oyun oynuyorlardı.
Hastalar ve aileler savaşan bir ülkeden geliyorlardı. Her ailede savaş kayıpları vardı. Ülkede iyi yetişmiş doktorlar olsa bile ilaç yok, tetkik yok; hastaneler çalışamıyordu savaş yüzünden. Türkiye kardeşlerine yine sahip çıkmıştı.
Oyun çocuk için ekmek gibi, su gibi bir ihtiyaçtır. Bitmeyen bir eğitimdir oyun, anne kucağında başlayıp ta gençliğe kadar. Oyun ve oyuncak kültüre, eğitime ve ekonomik duruma göre çok değişmektedir. Silah geleneksel olarak erkek çocuklara uygun olduğu düşünülen bir oyuncaktır. Ancak, savaş ya da şiddet oyunlarının ve oyuncaklarının çocuğun gelişimi üzerindeki etkileri önemli bir tartışma konusu olmayı sürdürmektedir. Bazıları insanların doğuştan bir saldırganlık dürtüsüne ve savaşma eğilimine sahip olduğu, dolayısıyla çocukların da şiddet oyunlarına ve oyuncaklarına doğal olarak ilgi gösterdikleri savını savunmaya devam etmesi günümüzde artık geçerli bir fikir değildir. Erkek çocukların silahla, kız çocukların bebekle oynaması gerektiği görüşü de artık savunulamaz. Bilgisayar oyunlarında, televizyon dizilerinde silahlar, bombalar, parçalanmış insanlar, yıkılmış şehirler ayrı bir tehlike olsa gerek çocukların dünyasında.
Savaşlar, telafisi mümkün olmayan pek çok yıkıma neden olur. Bu yıkımın etkisi, çocuklarda çok daha belirgindir. Yaradılışları gereği zayıf olan, bakıma muhtaç olan çocuklar ve onu korumak içgüdüsüyle yaşayan anneler savaşlara kurban verilmektedir. Yüzyıllardır dünyada milyonlarca çocuk savaş, çatışma, ülke içi terör ve şiddet eylemlerinden dolayı mağdur olmaktadır.
Hep hayalim bir gün sabah uyandığımızda anneler yeniden kursa dünyayı, anakuzuları olsak biz de, anamızın dizinin dibinde saklambaç oynasak, körebe oynasak. Ve sonra şair Nazım Hikmet’in dediği gibi “Dünyayı verelim çocuklara”.
Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
Allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
Oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında
Dünyayı çocuklara verelim
Kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
Dünyayı çocuklara verelim
Bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
Çocuklar dünyayı alacak elimizden ölümsüz ağaçlar dikecek