TV kanallarında dolaşırken, ilginç bir konuşmaya tanık oluyorum. Altmış yaşlarında bir adam, evlendirme programında kendine eş ararken, çocuklarının kendisiyle neredeyse yıllardır görüşmediğini, hatta düşman gibi gördüklerini, bunlardan birinin ünlü bir sanatçı olan … olduğunu acıklı bir şekilde anlatıyor.
Buna benzer başka olayları önceden de izlediğimi hatırlıyorum. Sanırım sizlerin de başka bildikleri vardır. Programı yarım yamalak, kıyısından köşesinden izleyen birisi, rahatlıkla,’ Amma da vefasız evlatları varmış’, ‘Bazıları şöhret olunca öz babasını bile gözleri görmüyor’ ya da ‘Ne de kötü evlatları varmış’, şeklinde söylenebilir.
Ertesi gün, sanatçı evladın “facebook”taki sayfasına yazdığı ve gazetede yayınlanan yazısını okuyorum. ‘Son birkaç gündür kalbimdeki kız çocuğu hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Hem de öz babam yüzünden… bizi terk ettiğinde ben 3.5 yaşındaydım, kardeşim ise altı haftalıktı. O sevgisini ve ilgisini hep esirgedi.’
Düşünün bir baba, büyüğü üç yaşında, küçüğü ise bir buçuk aylık bebekken evini, eşini, çocuklarını terk ediyor. Yıllarca ortalıklarda görünmüyor. Günün birinde “Ben sizin babanızım” diye pat diye ortaya çıkıveriyor. Burada olayın nedenlerini tartışmak durumunda değilim.
Anne anne, baba da babadır, hepsi o kadar. Aile içi konumları, rolleri bellidir. Ancak biyolojik babayla, psikolojik ve sosyolojik baba her zaman aynı olmayabiliyor. Baba aileyi terk ettiğinde, çocuklar, ortadan kaybolmuş olan biyolojik babayı değil, her gün gördüğünü, her ağladığında ona sevgiyle yaklaşanı, kırk derece ateşi çıktığında gecenin bir saatinde doktora götüreni, ilaç alabilmek için nöbetçi eczaneleri dolaşanı, okuma bayramında, sünnetinde, karnesini, diplomasını aldığında yanında olanı kendi öz babası olarak görüyor.
Çocuğu doğur, doğurt, ondan sonra da terk et, boşan, olmadı, yatılı okula, yetiştirme yurduna atıver. İşte bu, olacak şey değil. Öyle arada sırada, hafta sonlarında birkaç saatliğine beraber olunarak, çocuğa bolca hediyeler alınarak, hamburgercide karın doyurarak, sadece okul taksitlerini ödeyerek, sosyal olarak anlaşılan manada, ana baba olunmuyor. Olunsa da, işte o kadar olunuyor.
Çocuklar, gündüz gece ayırmaksızın her zaman yanlarında olan, her sıkıştıklarında ona koşabilecekleri, her sorularına yanıt bulabilecekleri bir objeyi, kendi öz anne ya da babalarının yerine koyuveriyorlar. Bu obje bazen dede, nine, teyze, amca, hala, dayı gibi en yakın akrabaları olabildiği gibi, okul ya da yurt müdürü bile olabiliyor.
Çocukları, cansız birer biblo ya da oyuncak gibi görenler çok ciddi hata yaparlar. Onlar, tıpkı sizler, bizler gibi canlı birer varlık. Onların da kişilikleri var, onların da duyguları var. Onlar da sevebiliyorlar, kızabiliyorlar, sevinip üzülebiliyorlar.
Dolar, avro, altın, hisse senedi, tahvil, gayrimenkul, hepsi bir yana. Hayatta, en büyük yatırım, insana olan yatırım. Ne kadar çok yatırırsanız, getirisi de o kadar fazla. İşin püf noktası, ileride sizi asla zarar ettirmez. Bunu bir muhasebeci mantığı ile salt parasal gelir olarak düşünmemek lazım. Elde edilen kazancı, çocukların aldıkları eğitim, ulaştıkları hedefler, bilimsel, sportif ve kültürel kazanımları, geldikleri konumlar olarak görmek lazım. Onların başarılarını, bir yerde onları yetiştirenlerin, anne ve babalarının başarısı olarak görmek lazım.
İşte böyle arkadaşlar. Yıllar geçtikçe, yaşananlar unutulmaya yüz tutsa da, belleklerden tam olarak silinemez. Çocukları, yaşları küçük, bir şeyden anlamaz diyerek, yabana atanlar yanılırlar. Onları, hiçbir zaman yok saymamak lazım. İleride dönülmesi çok zor olan yollara sapmadan, öncelikle çocukları da düşünmek lazım. Çocuklarını, varlığından, zamanından ve sevgisinden mahrum edenlerin, ileride onlardan sevgi beklemek gibi bir lüks ve beklentileri asla olamaz.
Olayımızda olduğu gibi, Allah affeder, çocuklar affetmez, affetmiyor.