On yedi yaşıma kadar Sarıkamış’ta geçti çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım. Üniversiteye başlayınca sömestr ve yaz tatillerinde gider oldum sadece, iple çekerdim evime, aileme döneceğim zamanları. Ramazan’ın gelişi büyük bir heyecanla karşılanırdı baba evimde. Ramazan sofralarını donatmak için çuvalla un, şeker, pirinç, üzüm, incir, erik ve kayısı kurusu, reçel ve zeytin alınırdı. Yirmi litrelik çinko kovalarda hoşaf hazırlanır hem iftar hem de sahurda içilirdi. Sahur için annem bizlerden önce kalkar hamur hazırlar babamın çok sevdiği hamur işi olan “mafiş” yapardı bolca, bunu reçele batırıp çayla birlikte yemek çok keyifli olurdu. İftarlar için mutlaka pilav pişerdi, yanında da mevsimine göre değişen sebzeli, etli bir yemek olurdu. Kış aylarında en çok lahana sarması yapılırdı, benim hala en çok sevdiğim yemek olan. Lahana ve et bir başka kokardı, okul yolunda kokusunu alır eve nasıl koşarak geldiğimi ve iftar saatini sabırsızlıkla beklediğimi hala o günkü gibi hatırlıyorum.
Ramazan başlamadan önce ev dip köşe iyice temizlenirdi. Gezici hocalar vardı, mukabele okuyan. Sabah onda başlayıp iftar saatinden 1 saat öncesine kadar tüm komşuları dolaşırdı, her gün Kur’an’dan bir cüz, bazen biraz daha fazla okur ve bayramdan 2-3 gün öncesinde mukabeleyi bitirir, duasını verir ve mevlüt okunarak mukabele ritüeli tamamlanırdı.
Bayram öncesi ev tekrar detaylı olarak temizlenir, çapı en az bir metre olan büyük tepsilerde cevizli tereyağlı baklava hazırlanırdı. Komşu kadınlar bu kadar iri yufkalardan oluşan baklavayı imece usulü ile hazırlarlardı, baklavalar eve en yakın fırında sıraya girilerek odun ateşinde pişirilirdi. Ben en çok “kırım baklavasını” severdim. Yufka incecik açıldıktan sonra ortası çapı boyunca cevizle doldurulur oklava ile rulo halinde getirildikten sonra her iki tarafından büzülerek tepsiye dizilir, fırından çıkar çıkmaz şerbeti dökülür, yemesine doyum olmazdı. Yaşamımın çocukluk ve ilk gençlik yılları ile tanıklık ettiğim atmışlı ve yetmişli yıllarda süt, peynir, yoğurt, tereyağı benim ve kuşağımın çoğunluğunun yetiştiği ailelerde her evin kendisine ait koyun, inek ve daha az sayıda olmak üzere keçi sütünden yapılır, her evde en az 15-20 kez beslenip sonbaharda kesilir, kışlık kavurma, kuru et veya kara gömülerek donmuş et olarak kış boyu tüketilirdi. Gelen misafire aç mısınız diye sorulmaz, kavurma, çeçil peynir, tandır ekmeği ve çay ikram edilirdi. Bayram için baklava dışında, bayram namazı sonrası kahvaltı saatinde yenilecek “Bayram Yemeği” için üzümlü pirinç pilavı, üzerinde parmak kalınlığında kaymağı olan sütlaç, mevsimine göre eti bol lahana sarması veya etli kuru fasulye pişirilirdi. Boş kolonya şişeleri kolonya ile doldurulur, bayram şekeri, çocuklara vermek üzere kuru yemiş alınırdı.
Bayram sabahı evde heyecanlı bir telaş başlardı. Sabah daha tan yeri ağarmadan babam uyanır, abdestini alır ve hem sabah namazını sonrasında da bayram namazını kılmak için camiye giderdi. Ancak gitmeden önce bizim yatak odalarımızın kapısına gelir davudi sesiyle, “öğlen oldu, ne zaman kalkmayı düşünüyorsunuz, ben camiye gidiyorum, kalkın, evi toparlayın sofrayı hazırlayın” diyerek bizleri uykunun en tatlı yerinde uyandırırdı. O gittikten sonra biz annemin sözüne çok kulak asmadan biraz daha yatar sonra zor bela sıcak yataklarımızdan çıkar, işe koyulurduk. Temizlik işlerini bitirir, sofrayı hazırlar, bayramlıklarımızı giydikten sonra babamı beklerdik “Bayram Sofrasına” oturmak için. Babam camiden çıktıktan sonra cemaatle birlikte “ Kabristanı” ziyaret eder sonra birkaç kişi ile birlikte bayram yemeğine eve gelirdi. Misafirlerle birlikte babama ayrı bir sofra kurar ve biz çocuklar, annemle birlikte ayrı bir sofrada yemeğimizi yerdik. Sabahın erken saatlerinden itibaren bayramlıklarını giymiş çocuklar bayram şekeri toplamaya çıkardı. Ellerinde torbaları, kapıyı çalar, bayramınız kutlu olsun dedikten sonra torbalarının ağzını açarak nasıl bir şeker vereceğimizi merakla beklerlerdi. Genelde akide şekeri olurdu, nadiren lokum veya badem şekeri de verilirdi. Çikolata çok bilindik ve yaygın tüketilen bir şey değildi o yıllarda.
Bayram sofrası kaldırıldıktan sonra babam sülalenin ve mahallenin en büyüğü olduğu için bütün akrabalar ve komşular bize bayram ziyaretine gelirdi. Gelen misafirlere, şeker kolonya tutulduktan sonra baklava ile birlikte arzuya göre çay ya da kahve ikram edilirdi. Üç gün boyunca tabiri caiz ise ev dolar dolar taşardı. Bulaşık makinesinin olmadığı o yıllarda biz evin kızları sürekli bulaşık yıkar, tabak ve bardakları kurular gelecek misafire hazır ederdik. Tatlı bir yorgunluk olur, akşamın nasıl olduğunu anlamazdık. Yatağa girer girmez pestil gibi uyurduk.
O yıllarda güzelliğinin çok farkına varmadığımız bu gelenekleri sonraki yıllarda büyük şehirlerde çok arar olduk. Üniversite bitip, iş, eş ve çocuk sahibi olduktan sonra, çocuğumda tanıklık etsin diye bu ritüelleri pandemiye kadar olabildiğince yaşatmaya çalıştım. Ramazan ayında Ankara’daki akrabalarımla buluştuğum iftar sofraları, bayramın ilk günüde “Bayram Sofrası” hazırlayıp misafirlerimi ağırlamaya özen gösterdim. Ne yazık ki pandemi ile birlikte son iki yıldır bunları yapamaz olduk. Ben bu Ramazan’ı evde geçirdim, kendime iftariyelikler alıp, iftar sofrası hazırladım, oda heyecanlıydı, akşam üzeri iftar hazırlığının tatlı bir telaşı vardı. Bayram sabahı erkenden uyandım. Bütün pencereleri açtım, evi temiz hava ve sabahın serinliği ile doldurdum, şekerliği lokumla doldurulup kolonyayı çıkardım. Sehpanın üzerine çiçeğin yanına koyup fotoğrafını çekerek kızıma, akrabalarıma, arkadaşlarıma ve dostlarıma gönderdim, yüz yüze, sarılıp öpüşerek kutlayamadığımız bu bayramı kendimce bu şekilde kutlamış oldum.