Bir XVII. yüzyıl öyküsü bu, aydınlanmanın eşiğinde yazılmış bir öykü.
Modern dünyanın temellerinin inşa edildiği, alacakaranlık umudun yeşerdiği topraklara, yüzyıllar öncesinin Avrupa’sına, zaman ve uzam – bir başka deyişle tarih ve coğrafya – perspektifinden bakıldığında, o çağa kadar Akdeniz merkezde olmak üzere üç kıtadan ibaret olduğu zannedilen dünyanın, XV. yüzyıl sonlarından itibaren başlayan coğrafi keşiflerle birlikte saklı kalmış kültürlerini görünür kıldığı ve sömürgecilik dönemine adım attığı izlenmektedir. Bu dönemin belirleyici önderleri İngiltere, Hollanda, Portekiz ve İspanya gibi ülkelerdi, bir süre sonra aralarına Fransa da katılacaktı. Aydınlanmanın gelişim sürecinde Rönesans ve Reform hareketinin önemi bilinmektedir, bununla birlikte pusula ve matbaanın keşfi de bu gelişim sürecine ivme kazandıran etmenler arasındadır. Özellikle Martin Luther tarafından başlatılan Reform hareketiyle birlikte Eski ve Yeni Ahit’in Latince’den ulus dillerine çevrilmesi kilisenin ortaçağa damga vuran karanlık hakimiyetine son vermiş, düşüncenin bireyselleşmesine katkıda bulunmuş, halklar kendi dillerinde konuşma ve düşünme özgürlüğü kazanmışlardır.
Yeniçağ felsefesinin kurucu isimlerinden René Descartes (1596–1650) Fransız olmasına rağmen ömrünün büyük bölümünü, o çağlarda düşünce ve ifade özgürlüğünün nefes alabildiği tek ülkede, Hollanda’da geçirmiştir. Katolik bir aileden gelmektedir ve Cizvit eğitimi almıştır. Yoğun ve yorucu mezhep çatışmalarının egemen olduğu olumsuz koşullara rağmen devam eden düşünme ve yazma çabası, tedirgin ve örtülü üslubunun şekillenmesiyle özgün karakterini kazanmıştır.
Descartes aldığı geleneksel eğitime rağmen Skolastik felsefenin karşısında duruyordu, kilisenin kendi menfaati uğruna çarpıttığı ve Platon ile uzlaştırdığı “sözde” Aristoteles felsefesinin karşısında. Kuşkucuydu, hemen her şeye muhalif, tüm kanılarından ve önyargılarından kurtularak kesin bilgiye ulaşmak isteyen bir zeka. Düşlerinin ve özgürlüğün ayak izlerini takip etti bu sebeple. Kesin bilgiye, her türlü kuşkudan uzak, tümel, zorunlu ve sağın bilgiye nasıl ulaşabilirdi?
Descartes’ın kurucusu olduğu Kartezyen felsefenin temelinde kesinlik ve yöntem durmaktadır. Descartes açık seçik olmayan hiçbir bilgiyi kabul etmeyeceğini söylüyor, önyargı ve genel kanıları zihninden tümüyle çıkarmayı hedefliyordu. Bilgiyi bölerek ve çözümleyerek en basit yapıtaşlarına ayırmak istiyordu. Sonrasında basitten karmaşık olana doğru yükselen bilgi zincirinde sağınlığa ulaşabilmek için düzenli bir yöntem oluşturmalıydı. Hata payını en aza indirgemek adına, onu bilgiye ulaştıran basamakları her defasında geriye dönük olarak kontrol etmeli ve sağlama işlemi yapmalıydı.
Descartes bu yolda ilerlerken hemen her şeyden kuşku duydu. Sırf duyuların yanıltıcı olduğunu düşündüğü için kendi bedeninin varlığından bile. Oysa her şeyden kuşku duysa dahi kuşku duyamayacağı tek bir şey vardı: bu şekilde kuşkulanmakta olan kendisi, ve yalnızca kuşku duyduğu, düşündüğü ölçüde kendisi.
Descartes bu yolla varlığı iki bölüme ayırmıştır: Res Extensa (uzamlı ya da uzamı olan şey / töz) ve Res Cogitans (düşünen şey / töz). Descartes Res Cogitans ile insan ve tanrı’ya işaret eder. Zihin ile zihin-dışını bu denli kati bir biçimde birbirinden ayırması ise Platoncu ayrımcılığı anıştırır. Nitekim bir IX. yüzyıl İslam filozofu olan Kindi de benzer şeylerden bahseder çağlar öncesinde, “Biz ruhumuzla biziz” der, “bedenimizle yahut cismimizle değil”.
Düşünüyorum, o halde varım… Ben düşündüğüm sürece, düşünürken varım. Saf düşünmeyim, insan olarak özüm budur. Descartes, düşünmek var olmaktır der bize. İnsan düşündüğü, düşünebildiği için vardır.
René Descartes’ın bu sözü mantıksal bir önerme şeklinde sunulmak istenseydi: “Her düşünen vardır; ben de düşünüyorum; o halde ben de varım”a benzer bir öncül dizisine dönüştürülmesi gerekirdi. Bir önermede yargı olabilmesi için nispet olmalıdır; nispet ise en az iki şeyin varlığını gerektirir. Oysa Descartes burada bir çıkarım yapmamış, bilakis düşünme ile varlığın özdeşliğini vurgulamak istemiştir. Her ne kadar cümle biçimsel olarak bir önerme gibi görünse de, hakikatte özdeşlik ilkesini yinelemektedir, kendi üslubunca. Özdeşlik ilkesi ve her tür tanım cümlesi ise yargı bildirmez, bu nedenle doğrulanması veya yanlışlanması mümkün değildir.
Bir önermede tekrarlanan sözcük orta-terim’dir. Orta-terim tekrarlandığı için akıl önermeler arasında yürüyebilir. Hegel’in bu konuyla ilgili hafif ironi kokan sorgulaması dikkati odaklanması gereken yere çekmektedir: “Bu dolayımsız ve apaçık cümlenin bir önerme olduğu iddia edilirse, o vakit medius terminus nerededir?”. Nitekim Spinoza, Kant ve Heidegger de bu cümlenin bir tasım olmadığı konusunda hemfikirdirler. Kant’ın analitik a priori önermelerine benzer biçimde ele alınacak olursa bir tür totolojiden dahi bahsedilebilecek iken, Heidegger Descartes’ın düşüncesini bir başka biçimde dile getirmeyi tercih eder, “Ben beni olumluyorum” der. İlm-i huduri’yi bir başka dünyada ve kültürde terennüm eder gibi. İlm-i huduri’de tanrı’nın bilgisinin nesnesi yine kendisidir.
Sonuç olarak bu söz kalıbı bir tasım, önerme ya da çıkarım değildir, bilakis kanıtlanması mümkün olmayan bir ilke, bir aksiyomdur. Her şeyin kendisine dayanılarak kanıtlanabildiği ve açıklanabildiği, ve fakat kendisinin kanıtlanması ve doğrulanması mümkün olmayan, sezgiye dayalı, öncesiz bir ilke, bir kavram: bedihi ve apaçık.
Descartes ileri sürdüğü bu aksiyomla insanın tinsel yönünü öne çıkararak Platoncu düşünceyi takip etmektedir. Kartezyen düalizm, tözün uzamlı ve düşünen töz olarak birbirinden tümüyle ayrılması ile ortaya çıkmaktadır. Descartes, matematiği metafiziğin yerine koymaya çalışırken kaçınılmaz olarak bilgiyi de matematikleştirmek için uğraş verdi. İlk ilkesi Res Cogitans oldu; düşünen şey, aynı zamanda kuşkulanan, imgeleyen, hatta duyumsayan şey. Düşünme onun nezdinde varlık ile özdeşti. Kendisinden yola çıkarak tanrı’sına ulaşmayı hedefledi. Sonlu ego’dan sonsuz ego’ya, ben’den tanrı’ya ilerlemiş oldu böylelikle. Descartes’ın tanrısı; sınırsız, sonsuz, değişmez, bağımsız, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, eylemiyle her şeyin yaratıldığı tözdür. İnsan ve tanrı’dan sonra gelen üçüncü ilke ise evren, yani uzamdı. Böylelikle Descartes, tanrı’yı ve insan’ı doğadan tümüyle ayırarak düalist bir anlayış getirmiş oldu.
Felsefe’yi bir ağaca benzetir Descartes: Kökleri metafizik, gövdesi fizik, dalları tıp ve mekanik gibi diğer bilimlerden oluşan.
Yüzyıllar sonra Heidegger’in sorduğu soru can alıcıdır, “Peki bu ağaç nerede durmaktadır?”
Cevabını yine kendisi verir: Varlık’ta.
Oysa Descartes’ın ağacının kökleri zihinde duruyordu, muhtemelen Platon’un idelerinin çok yakınlarında bir yerde.
Yoksa farklı ifade biçimleriyle kendisini gösteren hep aynı şey miydi?
İnsan bilincinin derinlerinde, en karanlıkta, aydınlığı ateşleyen bir kıvılcım.
İnsan’ıyla birlikte evrimleşmeye devam eden Us…
Bu yazı sayın Dücane Cündioğlu’nun “Yeniçağ Felsefesi” ders notlarından derlenmiştir.