Akademi, ülkenin düşünme işini yapan organı gibidir. Düşünme işini yapabilmek için, Yahya Kemal’in dediği gibi öce durmak gerekir. Eylem halindeki özne düşünemez. Durabilmek, akademisyen açısından, günlük hayat gailesinin dışında kalmayı zorunlu kılar, aynı sanatçılar gibi. Bu durumu finanse etmek tarih boyunca değişik şekillerde sağlanmıştır. Bir dönem hükümdarlar, bir dönem aristokratlar, sonrasında burjuva ve son olarak modern devlet. Firdevsi, “Şahname” adlı dev yapıtını Gazneli Mahmud’un sarayında yazmıştır. Wagner, Bavyera Kralı II. Ludwig’in himayesi altında modern operanın temellerini atmıştır. Farabi, altı Abbasi halifesi buyruğunda çalışmıştır. İbn-i Sina Samani ve Ziyari emirleri yanında çalıştıran sonra Isfahan valisinin himayesine girmiştir. İbn-i Sina’nın o dönem Biruni ve Firdevsi’ye ev sahipliği yapan Gazne’ye, Gazneli Mahmud’un yanına gitmeyi reddetmesi ilginçtir. Peki, “Hekimlerin Sultanı” olarak adlandırılan İbn-i Sina gibi büyük bir beyin, acaba neden dönemin en kudretli hükümdarının yanına gitmedi?
Büyük hükümdarlara bakarsak, yanlarında büyük alimler görürüz. İskender’in yanında Aritoteles veya Fatih Sultan Mehmed’in yanında Akşemseddin’in olması tesadüf müdür? Bu âlimler, eğiticisi oldukları hükümdarların yanında ilmi çalışmalarını özgürce devam ettirebilmişlerdir. Bize, uzun bir tarih teleskopunun ötesinden modern devlerin ihtiyacı olan özgür düşüncenin nasıl konumlandırılacağı hakkında ders vermektedirler adeta.
Bunun aksi durumlar da tarihin unutmak isteyeceğimiz sayfalarında yazılıdır ne yazık ki. Atinalılar, Meletus’un suçlaması sonrası Sokrates’i dinsizlik suçlamasıyla idama mahkûm etmekte beis görmemişler, Seneca ise İmparator Neron’un gazabından kaçamamıştır. En acıklı ölümlerden biri İmam-ı Azam olarak bilinen Ebû Hanîfe Nu‘mân b. Sâbit b. Zûtâ b. Mâh adlı büyük İslam âliminin ölümüdür. İkinci Abbasi Halifesi Ebû Câʿfer “el-Mansûr’un emriyle işkence ettirilmiş ve 767 yılında zehirlenerek öldürülmüştür. İmam-ı Azam, bağımsız bir düşünce insanı olmanın bedelini canıyla ödemiştir. Büyük âlim Molla Cami’nin Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’a davetini neden kabul etmediğinin yanıtı Ali Kuşçu’nun kurduğu rasathanenin akıbetinde alınabilir. Fatih Sultan Mehmet’in davetiyle 1473 yılında Ayasofya Medresesi’ne müderris olarak atanan Ali Kuşçu, Molla Hüsrev ile beraber astronomi çalışmalarını başlatmıştır. Ölümünden sonra astronomi namaz saatlerinin hesaplanması dışında kimsenin ilgilenmediği bir alan olarak kalmıştır. 1571 yılında İstanbul’a gelerek müneccimbaşılığa atanan Takiyüddin, Pera Tepesi’nde dönemin en önemli gözlemevlerinden birini kurmuştur. Lakin şeyhülislamın baskılarıyla 21 Ocak 1579 günü topa tutturularak yıkılmıştır bu gözlemevi.
Akademide neleri mi kaybettik? Hoşgörüyü kaybetmedik, çünkü müstesna durumlar dışında hiç hoşgörü olmadı. Özgür düşünceyi de kaybetmedik. Araştırma ruhunu, nezaketi, gelenekselleşmiş bir akademik düşünce disiplini veya benzer herhangi bir şeyi kaybetmedik. Çünkü Fatih Sultan Mehmet veya Atatürk gibi müstesna önderler dışında hiçbir zaman özgür bir akademiye ihtiyaç duymadık. Sorgulanmayı değil onaylanmayı istedik. Başhekim olup anestezi dinlenme odasını basan bir anestezist gibi kendimizi her dediği muteber kişilerden saydık. Dediklerimize kendimiz bile inanmıyorken araştırmak yerine emir vermeyi sevdik.
Hepimiz rahat olabiliriz. Akademik kültürde hiçbir şey kaybetmedik!