Korona Günleri Üzerine Felsefi Bir Deneme
Bütün dünya, son zamanlarda da ülkemiz koronavirüs vakası ve korkusuna tutsak olmuş durumdadır. Vaka olarak koronavirüs bir gerçektir, en azından tıp bilimi bu tespiti yapıyor. Uzmanlık alanım olmadığı için sorunun tıbbi ve olgusal yanını uzmanlarına bırakıyorum. Ben virüsün insani ve toplumsal yönleri üzerinde duracağım.
“Şüyuu vukuundan beterdir”, vecizesi olayın kendisinden çok yaydığı etkiyi dile getirir. Virüsün kendisi, yaydığı korku ve panikten daha önemsiz olmalıdır. Aldığımız önlemlerin virüsü yeneceğini bilim insanlarından ve doktorlarımızdan öğreniyoruz. Tıp sonuçta bir vaka olarak virüsü de yenecektir, umarız ki en kısa sürede bu müjdeyi hem ülke hem de dünya olarak alırız. Ya da hiç olmazsa virüs belasını nasıl ve hangi yöntemlerle yeneceğimize dair somut, olgusal ve deneysel kanıtlarla tedavinin gerçekleşeceği belirtilmektedir.
Peki virüs vakası, tıp bilimi alanında çözülecektir, ya insani ve toplumsal etkisini nasıl karşılayacağız?
Kıyamet senaryosu olarak algılandığını da hesaba katarsak, toplumsal düzlemde yarattığı etkileri nasıl yorumlayacağız? Zihinsel ve ruhsal sağaltım en az tıbbi tedavi kadar kaçınılmaz olmayacak mıdır? “Felsefi Sağaltım” adlı kitabımın bir bölümünde “insanın insanla tedavisi veya sağaltımı” ndan söz etmiştim. Şimdi işler tersine mi dönüyor? İnsan insanın doktoru olmaktan çıkıp bu etki sonucu patojenik (hastalık yaratıcı) bir rakibe mi dönüşmektedir? İnsan insanın hasta edicisi mi olacaktır?
Hugh La Follette, “Kişisel İlişkiler” adlı kitabında, ‘sevginin eylem ve davranışlarla; kısacası insan insana ilişkilerin yoğunluğuyla yaşayabileceğini’ temel tezi olarak vurgular. Oysa virüs vakasının yaydığı etki bu ilişkiyi tehlikeye düşürebilir. Bırakın komşuluk ilişkilerini, akrabalar, dostlar, yarenler, yoldaşlar, meslektaşlar arasındaki ilişkiler bile şimdiden kesata uğramış görünüyor. İlişkiler azaldıkça insanlar arasındaki sevgi bağları zayıflayacaktır. İlişkinin en başat şekli konuşmaktır; konuşmak için bir araya gelmek gerekir. Artık gelemiyoruz; insan insandan çekiliyor sadece birbirimizden uzak kalarak biyolojik yaşamımızı daha güvende tutmayı amaçlıyoruz. Şehirlerden, çarşıdan pazardan, kahvehanelerden, bilimden, eğitim ve öğretimden zorunlu olarak çekiliyoruz. Aslında üst üste yığıldığımız birbirimizden ve birbirimizin kalabalıklarından çekiliyoruz. Yeryüzü adeta suyu çekilen kuru bir nehir yatağına dönüşüyor. Birbirimizi bulmak ve bir araya gelmek için toplandığımız şehirler, zorunlu olarak “diri mezarları”na benziyor. Ölmeden önce ölmek gibi veya ne zaman geleceğini bilmediğimiz ölümün evlerimizde ayak seslerini “kıpırdamadan’, ‘ölüme fark ettirmeden’ ölümü dinlemek gibi.
Dünyanın bir ucundan diğer ucuna yayılan virüs etkisi, bu gidişle ‘kamu düzeninin bozulabileceği’ kaygısına düşürdüğü bazı insanları silahlanmaya bile sevk ediyor. ABD’nin bazı eyaletlerinde bu iç karartıcı, zombi filmlerini aratmayan anlamsız korkunun hepimizi nasıl bir insanlık dramına savurduğunu basından öğreniyoruz.
Sorun, canı kurtarmanın peşine düşmekte düğümleniyor. Biyolojik olarak canlı kalmak ve canlı için en asgari gereksinimleri elde etmek için türdeşlerini bile yok etmeyi düşünmek, Aristoteles’in ‘araç değer’ kavramını hatırlatıyor. Ona göre canlı ve sağlıklı kalmak, değerlidir; ama bu değer araçsaldır. Sonrasında mutlaka amaçsal değer olmalıdır. İşte virüs etkisi insanı ve toplumu amaçsal değerlerden uzaklaştırma pratiği olarak Thomas Hobbes’un ‘insan insanın kurdudur’ sözünü çağımızda hortlatacağa benziyor.
Edmund Husserl (Ö. 1938), bilimsel ilerlemenin dijital çağında, Yapay zekânın tüm yaşamımıza hızla girdiği bu döneme yetişseydi, “Avrupa kültürel ve maneviyatını yitirdi; büyük bir insani boşluk içindedir” sözünü “virüsün etkisi tüm insanlığımızı elimizden alabilir” sözüyle genişletirdi. Evlerimizdeyiz; bütün şehri kapatsak da en ileri teknolojik olanaklarla biyolojik ihtiyaçlarımızı karşılayabiliyoruz. Belki evlerimize her türlü gıda maddelerini istifledik; canlı olarak uzun süre hayatta kalabilecek stoklarımızı bile olabilir. Hatta evlerimizde okuyabilecek kitaplarımız, izlenecek filmler, çeşitli evsel meşguliyetlerimiz vardır. Her birimiz kendimize münhasır o çok özlediğimiz ve “yalnız kalmak istiyorum, insanlardan sıkılıyorum, kalabalıklar beni yoruyor, hiç kimseyi kaldıramıyorum, kendimi dinlemek istiyorum” diye tekrarladığımız hasret dolu serzenişlerin gerçekleştiği ‘somut bireyci yaşama’ kavuştuk. Şimdi bu yaşamı gerçekten isteyip istemediğimizi karantina günlerinin uzunluğu ya da kısalığı gösterecektir. Neyi, neden ve nasıl istediğimizi bu günler bize, en iyi şekilde öğretecektir. “Bir musibet bin nasihatten evladır”.
Canlı kalabilme ve biyolojik varlığı sağlıklı sürdürebilme çabası, ne zaman geleceği belli olmayan ölüm olgusunu değil, daha çok ölüm korkusunu yenmeye yöneliktir. Salgınla davul zurna çalarak gelen ölümün farkına vardığını düşünüp ‘evet ölüm kaçınılmazdır ama henüz asla şimdi değil” tepkisidir. Virüs salgını, alacağımız tedbirlerden daha güçlü olmasa da, ölümle ilişkili olduğu için bir an önce def edilmelidir. Ölüm gelecekse, ‘kör gözüne parmak’ hesabı gelmemelidir. Bu doğru. Ancak ölüm korkusu, ölümden beter hale dönüşmemelidir. “Ölmemek için öldürmek” düzeyi, insanı vahşi hayvanlarla aynı düzeye taşır. Ölümün kendisi, korkusundan daha gerçek olduğuna göre, ölümü değil, korkusunu yenmeyi hedeflemek, tedbiri de takdiri de uzlaştırabilir.
Canlı ve sağlıklı kalmak esastır; ama her şey değildir. Nice canlı ve sağlıklılar arasından, zihinsel ve ruhsal bozuklukları olan insanlar çıkmaktadır. O halde korona günlerinde amaç değere ulaşmak için yaşam dersleri çıkarmak insanlaşma sürecimizin zorunlu koşuludur:
Bu günlerde yaşam derslerini Felsefi Sağaltım doktrinine göre okunması kolay şekilde şöyle anlatayım:
Korona Günlerinde Felsefe
Ölümsüz değiliz ama ölümün göz göre göre gelmesine karşı tedbirli olmak zorundayız. Ölümsüzlüğü aramıyoruz; zaten bulamayız da. Bulsak bile ölümsüzlük, işimize yaramaz. “Nussbaum insan ölümsüzlüğü literatüründe en açık seçik örneğin Yunan tanrıları olduğunu söyler. Onların yaşamına referansla, Nussbaum ölümsüz olmamız durumunda insan yaşamıyla ilişkilenmiş erdemlerin boşa çıkabileceğini iddia eder. Örneğin, insanın yaşamını herhangi bir şey için riske atması imkânsız olacağından, cesaret yok olabilirdi. Bedenlerimiz yapıp ettiklerimiz tarafından tehdit edilemeyeceğinden, itidalli olmak üzerimizde bir baskı yaratamazdı. Adalet bile tehlikeye düşebilirdi”.[1]
Eğer ölümsüz olsaydık, kimsenin kimseye eyvallahı olmazdı. İnsan, doğa, canlı, ahlak, etik, çevre ve yaşam değersizleşirdi. İşte tüm bunları değerli kılan, yalnız ölümlü olmamız değil, aynı zamanda ölümlü olduğumuzun bilincinde olmamızdır. Tam da diğer canlılardan farklı olarak ölümlü olduğumuzu bildiğimiz için adalet, erdem, cesaret, iyilik, uygarlık, insana ve yaşama saygı kavramları değer kazanmaktadır. Tam da ölümlü olduğumuz için, sadece canlı ve sağlıklı kalmanın insanlaşmaya yetmediğinin bilincindeyizdir. Virüs korkusu salt can kaybı korkusu ile bütünleşirse, bilinçaltı, ölümsüzlük isteği ile dolu demektir. Ölümlülüğün bilincinde olduğumuz için birbirimize yakın duruyor; insani ve dostane ilişkiler kurma ihtiyacı duyuyoruz. Sırf bu bilinci taşıyan farklı bir canlı olduğumuz için, kültür ve medeniyet yaratıyoruz. Nihayet böyle olduğumuz için bilimi yaratıyor; başta türdeşlerimiz olmak üzere ondan yararlandırmayı umuyoruz. Biyoetik ilkeler icat ediyoruz ki tüm canlı türlerinin sağlıklı ve sürdürülebilir yaşamlarını güvence altına alan etik ilkeler vaz ediyoruz. Biyo-şiddette insan-insan dışı, eril-dişil, canlı-cansız ayrımı yapmıyoruz; şiddeti her canlı için reddediyoruz ve yine ölümlü olduğumuz için çevre bilincini ayakta tutmaya, çevre etiği oluşturmaya girişiyoruz.
Kendi canından ve sağlığından başka hiçbir şeyi gözü görmeyen zeki hayvanlar, başkalarının ölümlerinden nemalanırlar. Çalar, çırpar, ayırır, böler, keser, öldürür, yok eder, ırzına ve onuruna tasallut etmekten geri durmaz. Her bir eylemi, ölümün kardeşidir. Bu tür hayvan sınıfı, türdeşlerine ölümlerden ölüm beğendirir. Kendisinden sonrası tufandır. Hayvanca da yaşayamaz çünkü hayvanlar âleminin de doğal ve içgüdüsel kuralları vardır. Bizimki kural tanımadığı için, orada da huzur bulamaz. Koronavirüsü, bu tip virüslerin üremesi için mümbit zemin olabilir, devlet ve millet olarak bu noktaya dikkat kesilmek gerekir.
Koronavirüs etkisi, birbirinden farklı bir yığın yaşamları kısıtlamış durumdadır. İslam sufilerinin “ölmeden önce ölme tecrübesi” dedikleri hali çağrıştıracak bir “yaşam”ın içindeyiz. Ölmeden önce ölmek, ölüm tecrübesini sağ iken yaşamaktır. Körü körüne teslim olmak ya da her şeyi kadere bağlamak anlamında değil, yaşamın bin bir türlü cilvesine zihnen ve ruhen bağışık olmak demektir. Korona günleri yaşama karşı zihinsel ve ruhsal bağışıklığımızı artırabilir. Benim felsefi sağaltım doktrininde vurguladığım gibi, ‘varoluşsal ve yaşamsal sorunları’ bu günlerde daha çıplak ve somut hissedebiliyoruz. Sokrates’in ‘kendini bilmek ‘ dediği şey budur. Zaaflarımızı, güçlü yanlarımızı, varoluşumuzun sınırlarını, yaşamımızın anlam ve ölçüsünü bu günlere borçlu olabilecek bir felsefi yaklaşım geliştirmenin zamanıdır. Sağ iken ölmek tecrübesi, canlı ve sağlıklı olmanın kendi başına yetmeyeceğini görmemizi sağlar.
Din ve para fırsatçıları bu günleri negrofili kâbusuna dönüştürmek için hazırda bekler. Bilimin başarısı, uydurulmuş dinciliğin yenildiğini kanıtlayacaktır. Üfürükçülük, hurafecilik, tarikatçılık ve bilumum benzer sahtekârlıklar, mucizesi insandan naşi bilimin zaferiyle bir kez daha kendi karanlıklarına sessizce, kuyruklarını kısarak hapsolacaktır. Din sütresinin gerisinde, insanca yaşamdan utandıracak “kayıt dışı” yaşamları kendilerine helal görenler, sanat, edebiyat, musiki, dans, kültür, bilim, uygarlık gibi insana dair ne varsa hayattan sürüp çıkarmaya uğraştıkları, tıbbın bile çaresiz kaldığı ıssız yaşamın nasıl bir şey olduğunu korona günlerinde bizzat tecrübe etmiş olacaklardır. İnsanın ancak insan ve insana dair olan şeylerle insanlaşabileceği keyifli bir yaşamdan yoksun kalmanın acı sonuçlarını kendileri de görecektir. İnsani yaşamın, uğruna mahkum edildiği canlı yaşamı ancak canlı kalmanın asgari şartlarını yerine getirebilirken, bu günlerin koyulaşarak grileştirdiği ‘evrensel yoksunluk yaşamı’, dinci sahtekarların başkalarına yaşattığı kabusun boyutlarını gözler önüne serecektir.
İnsana, doğaya ve çevreye saygının ne demek olduğunu bu günlerde daha iyi fark edeceğiz.
Yemek-içmek ve birleşmek dışında koskoca bir insani yaşamın nasıl tehdit altında olduğunu göreceğiz.
Gözle görülmeyen bir virüsün koskoca devletleri, devlet başkanlarını, tüm dünyayı nasıl da dize getirdiğini düşünüp biyolojik varlık düzeyinde ne denli acınası ve zavallı bir canlı olduğumuzu bir kez daha anlama fırsatı yakaladık. Acınası ve zavallı bir varlık olma durumunu aşmanın tek yolu, insanın yarattığı kültür ve medeniyettir ve bunlara arka plan ve yön veren felsefedir. Aklın, düşüncenin, bilim ve felsefenin asıl bizi insan yaptığını bir kez daha öğreniyoruz.
Hırslarımızın, doymak bilmez gözümüzün sadece biyolojik varlığımızı değil, insani hasletlerimizi de nasıl yiyip bitirdiğini hakkınca anlamak yine bu günlerin armağanı olacaktır.
Tanrı, yaşamı, insanın insanla tedavisi ile sanata dönüştürmüşken, yarı-tanrıların bu yaşamı zanaata çevirmeleri korona günlerinde hesaplaşılması gereken varoluşsal virüs etkisidir.
Ölümlülük yaşamın değerini bildirir. Başkalarının ölüsü üzerinden canlı kalmayı tek amaç edinmek, ölümsüzlük hayaline kapılmaktır. Bu hayal insanı insanlıktan çıkarır; yaşamı tıpkı korona günlerindeki gibi, karartır; çölleştirir.
Zorunlu da olsa mahkum olduğumuz korona günlerini, amaçsal değerlerimizi geliştirme fırsatı olarak görelim. Türk milleti olarak, pek çok şehit verdik, veriyoruz, pek çok şeyimizi kaybettik, kaybediyoruz, ama bu günlerde işte bütün bunlar üzerinde derin düşünmek (Theoria) ve bildiklerimizi keskin bir gözle izleyerek (theoamaia) kendimizi hesaba çekmek; dostumuzu düşmanımızı belleklerimizi yoklayarak yeniden güncellemek zamanıdır korona günleri.
Bahar bu güncellemenin başlangıcı gibi göz kırpmaktadır.
KAYNAKLAR
[1] Bkz. Todd May, Ölüm Felsefi Bir deneme, Çev. Emre Keser, Say Y., İst. 2019, ss. 76-77.