Hiç kimsenin beklemediği bir zamanda, Aralık 2019’da Çin’in Hubei eyaleti Wuhan kentinde ortaya çıkan yeni bir hastalık, semptomlarıyla ve prognozuyla farklı bir tablo sergiledi. Öncelikle epidemi şeklinde başlayan bu hastalığın bulaşma ve yayılma hızının, bilinen diğer viral enfeksiyonlara göre oldukça hızlı olması tedirginliğin artmasına neden oldu. Bir süre sonra hastalığın pandemi şekline dönüşmesi, başlangıçta bunu önemsemeyen otoritelerin dikkatini bu noktaya çekti. Bilim insanları tarafından hastalık, Covid-19 (SARS-CoV2) enfeksiyonu şeklinde tanımlandı ve bu terim, sosyal medya ve internet ortamı üzerinden hala güncel olmaya devam etmektedir. 07.07.2020 verilerine göre, dünya genelinde 11.572.385 olgu sayısı, 536.513 ölü sayısıyla Covid-19 pandemisi trajedinin büyüyen yönünü özetlemektedir.
Her sağlık sorununda olduğu gibi, bu salgın da beraberinde bazı etik sorunları getirdi. Verimli işlediği düşünülen sağlık sistemlerinin, bulaşıcı bir hastalığın getirdiği yoğun hasta potansiyelini kaldıramaması; bunun yanında daha kötü bir sağlık sistemine sahip ülkelerin ise oluşan işlevsizlik karşısında hata sinyalleri vermesi, alınan önlemlerin yeterli ya da yetersiz olduğu konusunu tartışılır bir hale dönüştürdü. Öyle ki, bazı ülkelerde yoğun bakım ihtiyacının çoğalması üzerine, tıbbi ekipten triyaj uygulamasının bile beklendiğine dair yayınlar yapıldı. Bu sayede tıp etiğinin Hippokrates (M.Ö. 5.yy) ile birlikte önemli bir ilkesi olarak kabul edilen “Primum non nocere/Öncelikle zarar verme!” ilkesi, bir kez daha zedelenebilir bir konuma geldi. Buna rağmen, şüpheli bir salgının ortaya çıktığı Çin’in Wuhan kentinde yoğun hasta potansiyeline hekim, hemşire ve sağlık çalışanlarının verdikleri tıbbi mücadele, mesleki etik açısından klinik tıbbın olması gereken doğru noktada bulunduğunu ispatladı.
Halen, Covid-19 salgını ataklarında önemli kırılmalar etik ve ahlaki anlamda yaşanmaktadır. Hastalığın bütün yaş gruplarında görülmesine karşın, özellikle 65 yaş ve üstü gruplar ile başka kronik rahatsızlığı olanlarda daha ağır seyretmesi, hatta ölümle sonuçlanması, konunun toplumsal boyutunu daha da dramatik bir hale getirdi. Gönüllü izolasyonu gerçekleştirmeyen bireyler yüzünden hemen her ülkede 65 yaş ve üstü gruplar için sosyal izolasyon kararının çıkması, sosyal yaşamdan dışlanmış bir şekilde yaşayan yaşlı grupların, hastalık bulaşma riski yüzünden daha da yalnızlaşmasına olanak tanıdı. Görsel ve yazılı basın kaynaklarına yansıyan haberlerde, örneğin İspanya’da, bakımevlerinde kalan hasta veya hasta olmayan bireylerin, hastalık korkusu sebebiyle personelin kurumu terk etmesi sonucu kendi hallerine bırakılması, buraya gelen yetkililerin karşılaştıkları tablo ise ya ölmekte olan, ya ölmüş ya da henüz hastalanmamış ama bulaşma riski olan yaşlılarla ilgiliydi. 21. yüzyılda rastlanılmayacağı düşünülen bu tablo hakkında söylenecek bir söz yoktur. Suskunluk adeta bir kabulleniş gibi akıl ve vicdan sisteminin merkezindeki yerini almış, bundan sonra olabilecekler hakkındaki yorumları anlamsız hale getirmiştir.
Evde kalmayı destekleyen bir talebin, yaşlılar üzerindeki uzak psikolojik etkilerinin neler olacağı zamanla görülecektir. Ülkemizde 65 yaş ve üstü gruplara evde kalmalarının önerilmesi ve sokağa çıkmalarının yasaklanması karşısında, buna uymayanların toplumun bazı kesimleri tarafından incitici davranışlara maruz kalması, bir salgın hastalığın ortaya çıkardığı en sorunlu etik ve ahlaki olmayan tablolardan birisiydi sanırım. Sosyal paylaşım ağları üzerinden verilen bu kayıtlar ve görüntüler, bireylerin nasıl birbirinden habersiz, kopuk ve duyarsız yaşadıklarının bir göstergesiydi. Buna karşın alınan önlemlere rağmen, içte bastırılmış yanlış tavırların ve olumsuz duyguların varlığının bilinir hale gelmesi, elbette ki toplumsal vicdanda kırılmalara yol açtı.
Covid-19 salgınının ölümcül etkisini, özellikle yaşlı ve konik hasta gruplarında göstermesinin bir başka hazin sonucu vardır. O da, toplumsal hafızanın (bellek) temel noktası olarak görülen yaşlı grupların kaybıyla, toplumların geçmişe yönelik birikim ve tecrübelerden mahrum kalmasıdır. Yaşayan tarih ve bellek havuzundaki bu azalmanın hemen her toplumda etkisini hissettirmesi olasıdır.
Covid-19 salgını sosyal katmanlar üzerindeki etik sonuçlarını gösterirken, özel ya da kamu gibi pek çok iş kolu da esnek çalışma modellerini gündeme getirdi. Tüm eğitim kurumlarında eğitime ara verilmesi, internet üzerinden eğitimin başlaması, tarım, ulaşım, lojistik anlamında kısıtlamaların ardından, ülkelerin sınırlarını kapatıp ülkesel karantinaya geçerek izolasyona yönelmeleri, sadece iletişim ağları üzerinden haberleşmenin var olduğu, yakın temasın bulunmadığı bir dünya düzeni oluşturdu. Bu içe dönüş ve kapanış nedeniyle kültürlerarası etkileşim geçici süre kesintiye uğradı.
Hastalığın henüz aşısının ve gerçek bir tedavisinin (makale yazıldığı sırada) bulunmamış olması, kitlesel panik ve kaos ortamının daha da pekişmesine sebep olmaktadır. Covid-19’un bilinen koronavirüs ailesinden bir patojen olmasına karşın hastalık, geçmiş yüzyıllarda yaşanan büyük pandemilerde toplumların hissettiği ölüm korkusunu içinde barındırdı. ABD, Çin, İtalya, İspanya, Fransa gibi ülkelerde ölü sayısının fazlalığı sebebiyle cenaze defin işlemlerinin uzaması, ailelerin vefat eden yakınları ile vedalaşamadan ayrılması, duygusal bir travmayı da beraberinde getirdi. Kendi tabirimle, bu yas tutma eksikliği, bireylerin ilke ve değerler sisteminde bazı olumsuz etkiler bırakacak gibi görünmektedir.
Ekonomik durumu iyi olmayan bireylerin veya sosyal güvence olmadan işine son verilenlerin “sosyal devlet” ilkesi gereği bazı haklardan yararlanmasında, salgınla birlikte ortaya çıkan ağır ekonomik bilanço yüzünden aksamalar oldu. Aslında olması gerekenden çok daha fazla bir dünya nüfusu, gerçekçi bir paylaşımı imkansız kılmaktadır. Ülkeler, bu salgının ilk şok dalgalarını atlattıktan sonra, bakabilecekleri kadar nüfusa sahip olma arzusunu belirginleştirmek istemeleri öngörülebilir bir durum.
Tıbbın 21. yüzyılda geldiği teknolojik ilerleme ve birikimlerini bir anda alt üst eden bu virüs salgını, ne kadar aciz noktalarda olduğumuzu gösterdi. Aşı ve tedavi anlamında beklentilerin yüksek olmasına karşın henüz umut sağlayabilecek kabul edilebilir bir çalışmanın net ve kesin sonuçlarının (makale yazıldığı sırada) ortaya çıkmaması, umutsuzluğu pekiştirse de, yine de umudun devamının oluşturacağı “kendini iyi hissetme” halini korumaya devam ediyoruz. Hastanelerdeki yatak sayılarının böylesi bir tıbbi kriz ortamı ve artmış nüfus için yetersizliği, yayınlanan görüntülerdeki hastaların koridorlara dizilmiş ya da yerlerde yatar haldeki durumları, “modern yüzyıl” sorgulamasının yapılmasını pekiştiriyor.
Halen, bu salgının etkeni Covid-19’un nereden ve nasıl ortaya çıktığı hususunda farklı hipotezler üretilmektedir. Bu belirsizliğin getirdiği gerginlik, soğuk savaş yıllarındakini aratmayacak türdendir. Şüphe üzerine kurgulanan bir hastalık etkeninin varlığı, bireylerin bakış açılarını olumsuz bir hale dönüştürmektedir. Laboratuvar üretimi olup olmadığı, ülkelerin bu anlamda geliştirdiği biyolojik bir silah olup olmadığı ya da Wuhan kentindeki canlı hayvan pazarında satılan ve besin olarak tüketilen yarasalardan kaynaklanıp kaynaklanmadığı tartışılırken, göz ardı ettiğimiz bir gerçek var ki, o da doğaya ve canlılara yüzyıllardır verilen bencilce ve hoyratça zararın yüzünden yaşanan hastalık felaketlerinin bilançosunun daha ağır bir hale gelmesi.
Bir meslek tarihi ve etiği uzmanı olarak, Covid-19’un etkisini yitirmesinin ardından ekosistemi koruyan ve dengeleyen biyoetik destekçisi görüşlerin daha da ön plana çıkacağına, fikirsel anlayış ve düşünme biçimleri açısından büyük değişimler yaşanacağına inanıyorum. 2020 yılı belli ki, Covid-19 ile verilen imtihanın sonuçlarını bu yönde yansıtacaktır. Sosyal, etik ve ahlak, hukuk, tıp, ekonomi, tarım, endüstri, üretim ve tüketim anlamında oluşan farklılıkların, ister istemez değişik biçimlerde karşımıza çıkması, yeni bir sistem arayışının bu sebeple hızlanması gerçekleşebilir. Olur mu olmaz mı, bunu zaman gösterecek tabii ki.