Hikâyemiz 12 Eylül 1980 darbecilerinin, o zamanki anarşinin suçlularını birbiri ile çatışan her iki uç grupları kullanan dış güçler, işsizlik, yoksulluk ve ülkeyi idare etme sorumluluğundakilerin çözümsüzlükleri yerine üniversite öğretim üyelerinde arayan zihniyetin icraatları ile başlar. Aynı zihniyet, sağlık sistemindeki kaosun nedenlerine ve kendisinden kaynaklanan eksiklik ve çözümleri belirleme yerine doktorları suçlamış ve hedef konuma düşürmüştür.
Yıllar yılları kovalar ve başka hiçbir meslek grubuna uygulanmayan maaş oyunları nedense sadece öğretim üyeleri ve doktor maaşlarına uygulanır. Başka mesleklerin maaşları günün şartlarına uyarlanırken, öğretim üyeleri ile doktorların maaşlarında paralel düzenlemeler yapılmaz. Çünkü öğretim üyelerinin çoğu öğretici ve araştırmacı olmanın manevi duygularına maddi getiriden daha fazla değer veren, doktorlar için ise zaten en büyük kazanç, iyileşen bir hastasının mutluluğunu görmek ve o duyguyu yaşamak olan meslek grubundandırlar. Tüm meslekler içinde sadece bu iki grup doğrudan ve yoğun olarak insan ile ilgili ve duygularını yakından doya doya paylaşan mesleklerdir.
Öğretim üyeliği çok idealist, araştırmacı olmaya meraklı ve bunu kendine yaşam gayesi edinmişe, maddi gelirine önem vermeyen veya ailesinden yeterli gelir desteği olana kalmış, bu arada nice yetenekli kişiler ya tüm ideallerini sineye çekerek başka yollarda rızkını aramış veya kendini yurt dışına atmış, bu kaoslu ortam yasa yapıcılar ve idarecilerin umurlarında bile olmamıştır. Bulunduğu kurumda araştırma yapma olanakları olan alet ve araştırma desteği ile kütüphaneler yetersiz olduğu, maddi yetersizlik nedeniyle bilimsel kitap veya dergi alamadığı ve yurt dışı kongrelere ancak bir sponsor bulabildiği takdirde katılabildiği halde, bilimsel ilerleme olmayışı için çözüm üretemeyenler, eksikleri giderecek gayret yerine, öğretim üyesini suçlu ilan etme yolunu benimsemişlerdir. Öğretim üyeliğinin herhangi bir aşamasına olan yükseltmelerde pozitif kriterler olmayan dönemlerde olsun veya son yıllarda konmuş olan kriterler, sanki aynı gelişmişlik düzeyindeymiş gibi tüm üniversitelerdeki adaylar için eşit tutulmuştur. Halbuki gelişmiş bir üniversitenin bir ana bilim dalında eğitimi 20, hatta 30 civarında öğretim üyesi yapmakta ve oldukça farklı araştırma olanakları içinde bilimsel çalışmalar gerçekleştirilirken, gelişmekte olan üniversitelerde aynı bilim dalında eğitim 1 veya 2 öğretim üyesi tarafından yapılır ve olanaksız şartlarda cengaverce araştırma ve yayın yapma gerçekleştirilmektedir. Nedense, yükseltilme dosyalarında adayın anlattığı dersler gibi günlük aktiviteleri, baktığı hasta sayısı, gece nöbet veya sürekli icapçı konumu göz ardı edilmiştir. Dolayısıyla gelişmiş bir üniversitedeki öğretim üyesi gibi bilimsel bir atılım gerçekleştirilmemesinde, idarecilerin çözümsüzlükleri değil, öğretim üyesinin bizzat kendisi suçlanmış ve eksikliklerin faturası ona kesilmiş olmaktadır.
Hikâyemizin diğer bir çözümsüzlük örneği, gerek öğretim üyelerinin gerekse doktorların özlük hakları ve emekliliklerine yansıyacak şekilde maaşlarına düzenleme getirilmeyip, sürekliliği ve güvencesi ile özlük haklarına yansımayan döner primine mahkûm edilmeleri olmuştur. Üstüne üstlük, kamuoyuna doktorların eline geçen net miktar değil de, hayal edilen en üst primli miktarın brüt hali bildirilip durulmuş ve halen durulmaktadır. Bu gerçek dışı ve abartılı miktarlar nedeniyle, hasta ve yakınları biz doktor (ve doktor kökenli öğretim üyelerini), gözleri doymaz, paracı ve aç gözlü görme yanında, en ufak bir sağlık aksamasında hemen doktoru (veya diğer sağlık çalışanını) suçlamaya, şikâyet etmeye, çekinmeden hemen dövme yöntemini, hatta öldürmeyi uygulamaya yöneltmiş bulunmaktadır. Halbuki gerek öğretim üyeleri ve gerekse doktorların tek isteği vardı, o da diğer tüm memurlar gibi özlük haklarına ve emekliliklerine yansıyacak maaş düzenlemesi idi. Ben, çalışan ve çok iş üretenin (öğretim üyesi için verdiği dersler, seminer, konferans, kongre organizasyon veya katılımı, dergi aktiviteleri, araştırmaları, yayınları vs., doktor ise malpraktissiz her türlü tıbbi aktiviteleri vs.) primlendirilerek farklılığının ödüllendirilmesini, fakat bu ödüllendirmenin sadece her bir branş için belirlenecek asgari aktiviteleri aşan için yapılmasını Medimagazin’deki 2003 yılında yazdığım ilk köşe yazımda desteklemiştim. Şimdiki primlendirme sistemi bana çok ters geliyor. Çünkü hem hastaların doktorun tanı ve tedavi önerilerini şüphe ile karşılamalarına hem de az sayıda da olsa bazı meslektaşlarımızın girişim endikasyonlarını oldukça geniş tutma hatalarına yönelmelerine neden olmaktadır. Döner sermaye uygulamasının yıllarca devlet hastanelerinde, tıp fakültelerinden oldukça farklı uygulanması ve öğretim üyelerinin mağdur edilmeleri, çözümsüzlüklerin farklı bir boyutu olmuştur. Bakalım 1 Şubat 2011 bu konuda neleri düzeltecek, merakla bekliyorum. Ani kararlarla ve kısa bir sürede, herhangi bir zemin hazırlığı yapılmaksızın kurulduğu ilan edilen, binasız, öğretim üyesi yetersiz olan gelişmemiş konumdaki tıp fakültelerinde döner geliri yetersiz olduğundan, buradaki çalışanlar oldukça mağdur edilmektedirler. Halbuki yasal bir ayarlama becerisi ile buralara geçici bir finansal destek ve ayrıcalık sağlanabilir.
Sadece doktorlara uygulanan mecburi hizmet uygulaması yerine, tüm ülke genelinde ve nüfus yoğunluğu ile mevcut sağlık kurumlarının alet ve diğer fiziki şartlarına göre doktor dağılımını standartlaştırmak, gerek devlet gerekse özel sağlık kurumlarındaki ve serbest muayenehane açacak doktor sayılarını tüm ülkeye yayılacak şekilde organize etmek yöntemi organize edilebilseydi, sorunu çözerdi. Mecburi hizmet uygulamasında her ne kadar 657 sayılı Yasa kapsamındaki tüm çalışanlara uygulanmasa da pratisyenlikteki uygulama ehven-i şer de olsa tümüyle bana ters geldiği gibi, özellikle 657 sayılı Yasa gereği artık memur statüsünde çalışmakta olan uzmanlık ve yan dal uzmanlıklarını kazananlara da tekrar tekrar uygulanmasını bir türlü hazmedemiyorum. Bu uygulama, özellikle tıp fakültelerinin yetenekli eleman sağlama kaynağını kurutmuş da bulunmaktadır. Mecburi hizmetler nedeniyle doktorların, diğer fakülte mezunlarının yaşlarında aile kurmalarını oldukça zora sokmuş olması diğer bir handikapıdır.
Hikâyemizin endişe verici bir yönü, tıp fakültesi döner sermayelerinin yüzde 20 kaynağı olan özel öğretim üyesi muayene uygulamasının Tam Gün Yasası ile sonlandırılması olmuştur. Bu öneri hem döner sermayeyi zayıflatacak hem de sağlık problemi olan kişinin güveneceği hekimini seçme yolunu tıkayacaktır. Endişem, tıkanan bu yolu açmak için, sağlığı için her fedakârlığı göze almış kişinin illegal yollara başvurmak zorunda kalacağıdır. Diğer bir endişem, zaman içinde öğretim üyelerinin tıp fakültelerinden ayrılıp hem devletin vermediği ve bence gasp etmiş olduğu normal maddi eksiklerini tamamlamak üzere farklı yapılanmalara yönelmeleri ve hastaların tıp fakülteleri dışında bulunan güveneceği öğretim üyelerine yönelmelerine yol açmasıdır. Halbuki, her tıp fakültesi, her bir öğretim üyesine belirli bir gün ve saatler vererek özel hasta bakabileceği poliklinik yapılanması sağlasa, hem vatandaşın isteği yerine getirilmiş hem de döner gelirine katkı sağlanmış olur. Anayasa Mahkemesinin Tam Gün ile ilgili gerekçeli kararından sonra Sağlık Bakanlığı ile YÖK’ün anlaştıklarını öğrenmiş olduğum 2 madde ile gerek öğretim üyeleri, gerekse Sağlık Bakanlığı eğitim hastanelerindeki şef-şef yardımcıları için “Maaşsız izinli, sadece ders ve uygulama ile sınırlı çalışma” diye ucube ve sonuçları sakıncalar doğuracak bir yöntem taslağı önerilmiş bulunulmaktadır. Bu önerinin de kaosa yol açacak başka bir çözümsüzlük örneği olacağı kaçınılmazdır diye düşünüyorum. Bu öneri ile “Yetkisiz, yetkili öğretim üyesi” gibi garip bir durum ortaya çıkmakta, ders yükü, araştırma yapma, döner sermaye katkılı sponsorlu araştırmalara katılma, araştırma fonundan yararlanıp yararlanamama, ana bilim dalı akademik kurul üyesi olup olamama, kurum içi seçimlerde oy kullanabilme, Bakanlık eğitim hastanelerinde ise şef veya şef yardımcısı yetkisi nereye kadar gibi konular net değil. Ayrıca bu konumda olan öğretim üyesi, maaş almayacak ve sanki maaşlıymış gibi tahakkuk eden tüm vergileri kendisi yatıracak. Yani ders ücreti diye alacağı miktarı vergi diye vereceği için, fakültedeki ders ve uygulamalar karşılığı hiçbir ücret almamış olacak. Eğitim hastaneleri, ders anlatmadıklarına göre, üstüne kendileri para vermiş olacaklar. Oluşacak kaosu çözebilene aşk olsun!
Türk Kardiyoloji Derneği 788 muayenehane hastasında yaptığı anket çalışmasında hastaların yüzde 97.5’inin gönüllü olarak muayenehaneye geldiklerini (ki bunların bir grubu “mevcut kamu ve özel hastanelerde problemi çözülemeyen, bir grubu hekimle daha yakın, bire bir ilişki içinde olmak isteyen, diğer bir grubu ise hastane ortamından rahatsız olan hastalar”), yüzde 30’unun muayenehaneye ilk kez, yüzde 70’inin ise sürekli geldiklerini, hekimin çalıştığı hastaneden gelenlerin yüzde 2.5, istediği hekime muayene olabilmek için zorunlu olarak gelenlerin ise yine sadece yüzde 2.5 oranında olduğu bildirilmiştir. Bu oranlara baktığımızda; tam gün için koparılan vaveylaların sadece yüzde 2.5 oran için olduğu anlaşılmaktadır ki, alınacak ciddi denetleme ve önlemlerle bu oran da sıfırlanabilecekken, hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinde halen mevcut olan muayenehane hekimliğinin kökten kazınma uğraşısı, Tam Gün Yasası’na temel oluşturulan oranın ne kadar abartılı bir yaklaşımla gündemde tutulmakta olduğunu göstermektedir. Hiçbir mesleğin “Bende hiç çürük elma olmaz” diyebileceği mümkün değildir. Buna karşılık akademisyen ve doktorlar dışında hiçbir meslek mensubuna içindeki birkaç çürük bahane edilerek zulüm edilmekte olduğunu ne gördüm ne de duydum. Siz ne dersiniz sayın meslektaşlarım?