Eski çağlardan günümüze kadar Türk kültüründe topluma hizmet sunmayı başarabilmiş önderlere “bilge” unvanı verilmiş ve bu sözcük, bilge önderleri diğer yöneticilerden ayıran nitelik olarak tarihsel bir boyut kazanmış, Türk kültüründe bilge sözcüğüne özel bir anlam yüklenmiştir. Türkçe sözlüklerde, bilge kişi, bilgili, olgun, iyi ahlaklı, örnek kimse; sağlam bilen, bildiğini kendisi ve başkaları için en faydalı biçimde kullanan kimse olarak tanımlanmaktadır.[1] Kavramın tarihsel boyutu dikkate alındığında, Orhun yazıtlarında, bilge kişi, toplumu siyasi, ekonomik ve eğitim açılarından aydınlatan, toplumu iç ve dış tehditlere karşı uyaran, bütünleştiren bir insan olarak resmedildiği görülmektedir.[2] Bu çerçeveden bakıldığında, Türk toplumunda bilge önder vasfını kazanmış bir lider de M. Kemal Atatürk olmuştur. Çünkü M. Kemal, çok okuyan ve okudukları üzerinde derin bir biçimde düşünen bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yukarıda geçen tanımlamalardan anlaşılacağı gibi, bilge kavramı, Türk düşünce sisteminde, davranış biçiminin belirlenmesinde temel ilkenin “bilgelik” olduğunu işaret etmektedir. Tarihi belgelerde bilge sözcüğünün anlam ve işlevsel yönlerinin en açık olarak ortaya çıktığı dönem Göktürkler zamanında olduğu görülse bile, kültürel bir değer olarak işlev görmesi, eski Türk toplumlarına kadar uzandığı, Hun devlet düzeninden kalan bir gelenek olduğu, bilge kişi kavramının zamanla yeni anlamlar kazanarak, gönül ve kut sözcüklerinde de olduğu gibi, tüm Türk toplumlarında yaşamakta olan temel ilkeler olarak günümüze kadar ulaştığı anlaşılmaktadır. Nitekim eski Türk geleneklerine göre, iyi bir yöneticinin en önemli özelliklerinden birisi, bilge yani bilgili olmasıdır. Öyle ki Göktürklerde “sağ ve sol bilge” gibi anlayışlar geliştirilmiş, Bilge Kağan, hakan olmadan önce devlet yönetiminde “sol bilgelik” konumunda bulunmuş, hakan olduktan sonra “bilgelik” unvanını tahtına taşımıştır.[3] Gerçekte bilge sözcüğü, Bilge Kağan’ın öz adı olmayıp unvanı olmaktadır. Bu tespit, Türk toplumları geleneğinde bilgi ve bilime verilen önemi göstermektedir. Örneğin Göktürklerden sonra tarih sahnesinde görülen Uygurlarda bu yaklaşımın güçlü bir biçimde temsil edildiği görülmekte, bilgi ve bilgeliğin önemine dair geleneksel değerlerin artarak devam ettiğini kaynaklar bize göstermektedir. Uygurların bilgiye ilişkin tutumlarını Turfan kasabasında tespit edilen bir mecmuadaki şiir şöyle tasvir etmektedir. “Bilgi bilin ey beyim, bilgi sana eş olur. Bilgi bilen insana, bir gün devlet yar olur. Bilgili insan beline taş kuşansa kaş olur. Bilgisizin yanına altın konsa taş olur.” Yukarıdaki söylem ve tespitler, bilgelik kelimesinin yalnızca gündelik bilgiyi temsil etmeyip, bilimsel bilgi ve toplumsal değerleri de içerdiğini göstermektedir. Kaynaklar, Türk toplumlarının bilim ve bilgeliğe vermiş oldukları değer hakkında bize önemli tespitler sunmaktadırlar. Kaşgarlı Mahmut, (1008-1102) “Divan-ü Lügati’t Türk (Türk Dilleri Sözlüğü) adlı eserinde, bilgelik hakkında şöyle demektedir: “Bilgin kimseyi hoş tutup sözünü dinle, erdem kazan, öğrendiğini işte kullan”[4] K. Mahmut’un ifadelerinden anlaşılacağı üzere, dönemin Türk toplumlarında, bilimsel yaklaşımın temelleri atılmış görünmekte, işlevsel ve eylemsel boyutlardan yoksun bir bilim anlayışının yetersiz olacağı vurgulanmaktadır. Felsefe, psikoloji, fizik, yöntem, kimya, toplumbilim, din, dil ve musiki üzerine yüzden fazla eser bırakmış olan bilge Farabi ise (870-950) bilim ve yöntem konuları üzerinde durmuştur, o bu konuda şöyle demektedir: “Bilinmeyen konular araştırma ve öğretimle açıklığa kavuşturulmak istenilince mesele, çözülünce de bilgi haline dönüşür; her meselede aranan, kesin gerçeği elde etmektir. Ama çok defa kesinliği elde edemeyiz. Aradığımızın bir kısmına dair kesinlik, geri kalanlara dair de zan ve kanaat elde ederiz. Tek yöntem bizi sorunlar hakkında çeşitli kanaatlere götüremez.”[5] Agop Dilaçar da, (1895-1979) “Kutadgu Bilig İncelemesi” adlı kitabında, konu ile ilgili şöyle bir tespitte bulunmuştur: Türklerin bilim ve bilgiye verdikleri öneme dikkat çeken Dilaçar, Kutadgu Bilig’in (Mutluluk Veren Bilgi) baştanbaşa, eski çağlardan kalma Türk atasözleri ve bilge sözleri ile yoğrulduğunu söylemiştir.[6]
Yukarıdaki tespitlerden anlaşılacağı gibi, eski Türk toplumlarında bilgi ve bilgelik konuları kültürel bir değere dönüşmüş, Karahanlılar zamanında çeşitli yüksek öğretim ve eğitim kurumları kurulmuş, Selçuklular döneminde ilk olarak Nişabur’da (1040) daha sonraları Bağdat’ta Nizamiye Medreseleri (1067) faaliyete geçmiş, Selçuklulardan sonra devlet yönetimini ele alan Osmanlıların ilk dönemlerinde eğitim-öğretim kurumlarına gerekli değer verilirken, 15. Yüzyılın sonlarına doğru bilim ve bilgece tutum gerilemeye başlamıştır. Osmanlı toplumunun gerileme döneminde bilgelik vasfını taşıyan uzak görüşlü önderler pek yetişmemiştir. 16. Yüzyıla kadar Türk toplumlarının bilgelik anlayışı temelinde geliştirdikleri toplumsal yapı, bilginin değişken yapısına uyum sağlamada yetenekli görülmekte, bu nedenle de Türkler arasında farklı düşünce ve inançlara karşı hoş görü ile yaklaşılmış, bilimsel tutumlarına düşünsel bir boyut kazandırılarak dönemin en uygar toplumu olmayı başarabilmişlerdir.
Osmanlılar döneminde yüksek eğitim ve öğretim kurumlarının gerileme nedenleri üzerinde kısaca durduktan sonra, M. Kemal’in Türk toplumunu taşımaya çalıştığı bilgece yaklaşımına değinmek uygun olacaktır. Çünkü Cumhuriyet dönemi öncesi toplumsal yapının anlaşılmadan M. Kemal Atatürk’ün topluma kazandırmaya çalıştığı bilgece yaklaşımı anlamak güç olacaktır. Osmanlı dönemi Türk toplumunda gerilemenin pek çok nedeni olmakla birlikte, önemli nedenlerden birisi, ezberci bir yaklaşımla medreselerin gelişme ve değişim gösterememesidir. O dönemlerde yazılmış olan Koçi Bey (17.yy.) Risalesi ile Kâtip Çelebi’nin (1609-1657) Mizanu’l Hak Fi İhtiyari’l Ehakk adlı kitabında yüksek eğitim ve öğretim kurumlarının hangi toplumsal sorunlarla karşı karşıya kaldıkları hakkında önemli bilgiler vermektedirler. Koçi Bey, IV. Murat’a sunduğu Risalesinde bilginin devamının bilgelerde olduğunu, IV. Murat’ın atalarının zamanında bilgiye, bilginlere olan saygının hiçbir devlette olmadığını, bugün ise ilim yolunun bozulduğunu, ilmiyeye ait makamların şunun bunun aracılığı ile verildiğini, hâlbuki en bilgili hangisi ise ona verilmesi gerektiğini, bir cahilin sırf eskidir diye bir bilginin önüne geçirilmesinin haksızlık olduğunu, güzel bir üslupla anlatıldığı görülmektedir.[7] K. Çelebi ise “Sultan Mehmet Han (Fatih) Medaris-i Semaniye’yi yaptırıp, yasalara göre iş görüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış, haşiye-i tecrid ve şerh-i mevakıf derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler, bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp hidaye ve ekmel derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefe kaldı ne hidaye kaldı ne ekmel. Bununla Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu.”[8] Hem Koçi Bey’in hem de K. Çelebinin tespitleri, Osmanlı dönemi eğitim-öğretim kurumlarının XVI. Yüzyıla kadar toplumdaki değişik tabakalar arasındaki yatay ve dikey hareketliliği sağlayan işleve sahipken, XVI. Yüzyıldan sonra sağlıklı bir biçimde işlemediğini, toplumun bilimsel kültürel seviyesinin aşağılara doğru çekildiği anlaşılmaktadır. Nitekim farklı kaynaklar, o dönemlerde Osmanlı toplumunda bilginler sınıfı arasında, o günlere kadar görülmemiş olan “hanedan” geleneğinin başladığını belirtmektedirler ki,[9] Z. Gökalp’da Malta Konferansları adlı kitabında, Anadolu’dan gelmiş bir hocanın İranî olduğu sanılarak medresede görev verildiğini, sonradan İranî olmadığı anlaşılınca kovulduğunu yazar.[10] Anlaşılabileceği gibi Türk kültürü ve geleneği dışlanmaya başlamış, toplum akılcı tutumdan ezberci skolastik bir anlayışa doğru yönelmiştir. Bu arada Batılı toplumlar, Farabi, İbn Sina, Biruni, İbn Rüşd ve İbn Haldun’un eserlerini defalarca kendi dillerine yapılmış olan çevirileri sayesinde, toplumsal zihniyetin Orta Çağ karanlığından sıyrılma çabası içerisine girmişler, Farabi’nin öğretmenliği (ikinci muallim) önderliğinde Klasik Mantığı keşfetmişler, ilerleyen zaman diliminde de Modern Mantığa geçmişlerdir. Osmanlı yüksek öğretimi ise 19. Yüzyılın sonlarına kadar Klasik Mantığın dışına taşamamıştır. Osmanlı yöneticileri Batılı toplumlardaki değişimi geç fark etmiş, taklit yöntemi ile eğitim ve öğretim sorunlarını çözebileceklerini sanmışlardır. Ancak ne var ki, bilim dünyasının çözülmesi toplumsal yapıya da yansımış, toplumsal değerler ve toplumsal kimlik tanımlamalarında sorunlar ortaya çıkmıştır. Neticede Osmanlı devleti toprak kayıplarına uğramış, devletin başkenti İstanbul dahil, Anadolu’nun birkaç ili hariç tamamı işgale uğramıştır.
- Atatürk’ün bilgelik yeteneğinin Türk kültürüne yansıması ve 20. Yüzyıllar tüm dünyanın hızlı bir değişim ve dönüşümü deneyimlediği yıllar olmuştur. Öncelikle Batı Avrupa toplumlarında politik, bilimsel, iktisadi alanlarda gelişmeyle birlikte, Aydınlanma hareketi adı verilen yeni yaklaşım, Orta Çağ zihniyetini temsil eden Hıristiyanlaştırılmış rasyonel-dogmatik anlayışın karşısında yer alarak, insan aklını mahkûm ettiği düşünülen gelenek ve görenekleri yadsımışlardır. Özellikle Pozitivist paradigmanın, deney ve gözlem dışında kalan hiçbir şeyin bilimin konusu olamayacağı anlayışı, yalnızca Avrupa toplumları ile sınırlı kalmamış, tüm dünyayı şöyle veya böyle etkilemiştir. Pozitivist Viyana ekolünün, metafiziğin bilimin konusu olamayacağı yaklaşımı ise toplumların kutsal anlayışını derinden etkilemiştir. Ayrıca Rusya’da ortaya çıkan Bolşevik devrimi (1917) tüm toplumları yeni arayışlara yöneltmiştir. Birkaç yıl sonra da I. Dünya savaşı başlamıştır. Böylece, öncelikle Batılı toplumlarda başlayan ve öteki toplumları etkileyen söz konu devrimler, savaşlar, toplumları ve toplum önderlerini yeni kuramlar üzerinde düşünmeye sevk etmiş, rasyonelleşme, modernizm (çağdaşlaşma), bireyselleşme, özgürleşme, küreselleşme, sekülerleşme (dünyevileşme), epistemoloji (bilgi felsefesi) gibi kavramların tartışmaya açılmasına neden olmuştur.
Böyle bir toplumsal atmosfer içerisine doğan M. Kemal, çökmeye başlamış olan cihan devletinin toplumsal sorunlarını anlamak ve açıklayabilmek için doğuda ve batıda yayımlanmış olan kitapları okuyarak, bilgece çözümler arayışı içerisine girmiştir. M. Kemal’in okuduğu her kitabı ayrıntıları ile incelediği ve notlar aldığı bilinmektedir. O bu yaklaşımı ile farklı pek çok görüş ve düşünceleri anlamaya çalışmış, böylece düşünce dünyasını ve kişiliğini oluşturmuştur. Osmanlı devletinin bozulan yönlerini yaşayarak gören M. Kemal, toplumsal sorunların çözümü için Genel Türk Tarihi’ni incelemeye başlamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı bir konuşmasında, Türk tarihi ve Türklerin kurmuş oldukları devletler hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Efendiler, Orta Asya’da devlet üstüne devlet kurmuş olan Türkler, daha garpte İran’ı ve Selçuklular, Anadolu’da Rum Selçukluları adı altında pek büyük ve pek medeni devletler teşkil etmişlerdir. Konya’da hükümet merkezini kurmuş olan Rum Selçukluları, bilindiği gibi 699 senesine kadar mevcudiyetlerini muhafaza ediyorlar.”[11]
Cumhuriyeti kuran iradeyi anlayabilmek için, M. Kemal’in söylevlerini, yazdıklarını ve konu ile ilgili hazırlanmış bilimsel çalışmaları ve daha önemlisi onun bilgiyle eylem arasındaki ilişkileri nasıl kurguladığını anlamak gerekir. Zira M. Kemal’in kişiliğini oluşturan asker, önder ve stratejist özellikleri ile ona gerçek vasfını kazandıran şey, onun kültürel değerlerle kurmaya çalıştığı ilişki, bilimsel bilgiyle değişen toplumsal şartları, milli birlik açısından yorumlama biçimidir. Bu çerçeveden bakıldığında, yukarıda ifade edildiği gibi, Türk kültüründe özel bir anlam taşıyan “bilgelik” niteliği karşımıza çıkmaktadır. M. Kemal’in içine doğduğu Osmanlı toplumu, çok uluslu bir yapıya sahipti. Osmanlı devleti, çok uluslu birliğini devam ettirebilmek için çeşitli halkların birlikte yaşayabileceği bir ortam oluşturmaya çalışırken, kendi öz asli unsuru olan Türkler, saraydan ve önemli devlet hizmetlerinden uzak tutulmuşlardır. XV. yüzyılda nostaljik bir yaklaşımla bir çeşit Türk romantizmine ilgi duyulmuş, ancak Osmanlı tarih tezi, Osmanlı döneminde ortaya çıkan bir takım somut olgularla sınırlı kaldığından, Osmanlıların gerçek toplumsal değerleri olması gereken Türk kültürü yeterince işlenememiştir.[12] Ancak Yenisey ve Orhun yazıtlarının okunması ve Türk dilinin Ural-Altay dil grubu içerisinde sınıflandırılması ile Klasik Osmanlı Tarih tezinin yerini Genel Türk Tarihi tezine bırakmaya başlamıştır. Bu gerçeği gören Atatürk, Tarih ve Dil Kurumlarını kurdurarak, halk tarafından yaşatılan Türk kültürünün temellerine ulaşmayı amaçlamıştır. Böylece M. Kemal, toplumsal kurumların çökmeye başladığı, toplumsal değerlerden sapmaların ortaya çıktığı anomik bir dönemde, Türk kültürünün bilge bir yorumcusu olarak milli kültür geleneğini yeniden başlatmıştır. O bu konu ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Bu milletin efradı (bireyleri) umum Türk camiası gibi, aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.[13] M. Kemal, bu tespitleri ile millet gerçekliğine dikkatleri çekmekte, milletin ortak değerleri paylaşan bireylerden oluştuğunu vurgulamaktadır. Böylece yeniden yapılanmasını düşündüğü Türk toplumsal yapısını, tarihsel gerçeklerle bağlantı kurarak temellendirmek istemiştir. Başka bir deyişle, Osmanlı Devletinin çöküş süreci ile başlayan kimlik arayışına, M. Kemal Türk kimliği ile çözüm bulmak istemiştir.
- K. Atatürk, milli olanın önemini dikkate alarak, Türk kültürü ve düşüncesinin evrensel boyutlara taşınmasına çalışmıştır. O fanatik bir yaklaşımla kör ideolojilerin peşinden koşmamış, akıl süzgecinden geçirdiği milletin ortak duygu ve düşüncelerine tercüman olmaya çalışmıştır. Bir konuşmasında, bu duygu ve düşüncelerini şu sözlerle dile getirmiştir: “Bilinen gerçeklerdendir ki, tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez. Bundan dolayıdır ki, böyle tutarsız düşünce perdesinin arkasında ülkemiz ve milletimize karşı verilen kararlar, görüşler kesinlikle yok olmak zorundadır. İşte bu iğrenç kıyımlardan ve uyuşukluklardan, tarihimize karşı işlenen haksızlıklardan etkilenen milli vicdan, en sonunda uyanış sesini yükseltmiş ve Müdafaa-i Hukuku Milliye, Muhafaza-i Hukuku Milliye, Müdafa-i Vatan gibi değişik adlarda, fakat hep aynı kutsal amacın gerçekleşmesi ve aydınlığa kavuşması için belirip gelişen milli akım, bütün ülkemizde artık bir elektrik ağı durumuna girmiş bulunuyor. İşte bu inanç ağının oluşturduğu yiğitlik ruhudur ki, bu kutsal vatan ve milletin bütün mukaddes varlıklarını kurtarmaya ve korumaya yönelik son sözünü söyleyecek ve kararını uygulayacaktır.[14] Söylem ve tespitlerden anlaşılacağı gibi, M. Kemal geniş bir bakış açısıyla, olay ve olguları değerlendirmekte, Türk milletinin milli birlik ve tarihsel bilincinin kökenlerini hazırlama eylemini oluşturan dil ve tarih tezlerini inkılaplarının içeriği olarak değerlendirmekte ve Atatürk’ün millete göstermeye çalıştığı yol, hayallere, hurafelere dayanmayan Türk’e özgü bir model olmaktadır.[15] Yapılmış olan bu tespitleri, M. Kemal’in şu sözleri teyit etmektedir: “Bir milli eğitim programından söz ederken, eski devrin boş inançlarından ve yaratılış niteliklerimizle hiç de ilişkisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, milli karakterimiz ve tarihimizle uyumlu bir kültür kastediyorum. Çünkü milli dehamızın gelişmesi ancak böyle bir kültür ile sağlanabilir. Herhangi yabancı bir kültür, şimdiye kadar takip edilen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür (fikri kültür) ortamla uyumludur. O ortam milletin seciyesidir.”[16] M. Kemal Atatürk’ün ifadeleri öylesine açık ve anlaşılabilir ki, O, Türk milletinin ruhuna, kültürüne uygun toplumsal bir yapıyı amaçlamaktadır. Burada bir hususa değinmek gerekir: Atatürk’ün milli eğitime ilişkin görüşleri, kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Onun milli eğitime dair görüşleri, uzun bir tarihi süreç içerisinde oluşmuş veriler kaynaklık etmiş, ancak o, Türk kültürü ve yapısına uygun olanı, derin sezgisel ve karizmatik yeteneği ile uygulamaya çalışmıştır.
Atatürk bir bilim adamı değildi, ancak onda derin bir sezgi gücünden gelen mütefekkir yönünün olduğu anlaşılmaktadır. Atatürk, bu özelliğini bilimde yöntemsel yaklaşımlar hakkında çokça yazılıp çizildiği dönemlerde, belirgin bir biçimde her şeyin belirlenebileceği yaklaşımına karşı, eleştirel aklın önemine dikkat çekerek, pek çok bilim insanına yol göstermiştir. O, konu ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır: “Gerçekten ilkeler namı altında bilinen programımız, karşı çıkanların gördükleri ve bildikleri tarzda bir kitap değildi. Fakat esaslı ve uygulamalıydı. Biz dahi, uygulaması ile olanak olmayan fikirleri, kuramsal birtakım ayrıntıları yaldızlayarak bir kitap yazabilirdik. Öyle yapmadık. Ulusun, maddi ve manevi yenileşmesi ve gelişmesi yolunda, çalışırken iş yapmayı söze ve kurama yeğ tuttuk.”[17] Bir başka söylevinde ise şöyle demiştir: Bilim ve teknik nerede ise oradan alacağız ve her ulus bireyinin kafasına koyacağız. Bilim ve teknik için kayıt ve şart yoktur. Ben, manevi miras olarak hiçbir nası-katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.”[18] Bizzat Atatürk’ün ifadelerinden anlaşılabileceği gibi, aklı ve bilimi ilgilendiren konularda Türk eğitim sistemine dolayısı ile Türk toplumunun yeniden yapılanmasının temeline deneme ve yanılmaya dayalı eleştirel aklı yani akılcı Türk düşünce geleneğini yeniden eylem biçimine dönüştürmeyi amaçlamıştır. Gerçekte de bilgi deney ve gözlem sonucunda elde edilir ve değişken bir yapısı vardır, bilgi gücünü de buradan alır.
- Atatürk’ün Bilgelik Vasfının Dine Yaklaşımındaki Tezahürü yüzyılın ortalarından başlayarak, dinin toplumsal bir kurum olarak tanımı, içeriği, insan gerçekliği ve insan bilimleri açısından önemi üzerinde çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Dinin metafizik boyutu bir tarafa bırakıldığında, toplumsal boyutu ile dini uygulama ve törenlerden bağımsız bir toplumun varlığı tespit edilememiştir. Yani soyut gerçekliğinden bağımsız bir biçimde din, eylemsel (dini pratikler) boyutta her zaman var olmuştur. Bu bağlamda düşünüldüğünde, bilgiye işlevsel boyut kazandırabilme yeteneği olarak tanımlanmış olan bilgelik özelliğinin M. Kemal Atatürk’ün dine bakış açısında tezahür etmemiş olduğunu düşünmek mümkün değildir. Atatürk’ün dinin yalnızca bireylerin vicdanlarında deneyimledikleri soyut bir inançtan ibaret olmadığının düşüncesinde olduğu anlaşılmaktadır. Onun Fransız gazeteci Maurice Perno ile yaptığı söyleşide, “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır. Düşünce ve akıl yürütmeye karşı değiliz.”[19] sözleri, hiçbir yoruma gerek duymayacak kadar açık ve net olduğundan, din ve öteki disiplinlerle olan ilişkiler hakkında bilimsel araştırmalar yapılmasının gerekliliği üzerinde durduğu görülüyor. Gerçekte de günümüzde dinin ne olduğu ve öteki bilimsel disiplinlerle olan ilişkilerinin araştırılması bilimsel bir problem olarak önümüzde duruyor. Herhangi bir inanç sistemini ya da farklı bir kuramı öğrenmenin yolu, ona ilgisiz kalmakla sorunlar çözülmemektedir. Batılı toplumlarca Aristo ve İbn Rüşd’ün görüşlerini dinen olumsuz görüp, yasaklayan kilisenin tutumu, yüzyıllarca yalnız Batılı toplumlara değil, bilime ve insanlığa da zarar vermiştir.[20] Bizim tarihimizde de Kâtip Çelebi’nin tespit ettiği gibi, bazı düşünce ürünü olan kitapları felsefedendir düşüncesiyle, eğitim-öğretim kurumlarından kaldırılmış, ancak bu yaklaşım, toplumun geri kalması ve çözülmelerin nedenleri arasına girmiştir.
- Kemal Atatürk, dinin toplumsal gerçekliği hakkında şöyle demiştir: “Din vardır ve gereklidir. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Fakat bina, uzun yıllardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek gereği hissedilmiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur binayı fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üzerinde yeni bir bina kurmak gereği kaçınılmaz olacaktır.”[21] Gerçekten de tarihi kaynaklar incelendiğinde, genelde İslâm ülkelerinde, özelde ülkemizde dinle ilgisi olmayan pek çok batıl inanışların toplumsal yapılarımızı etkilediklerini, gelişmenin ve toplumsal değişimlerin önünde engel olduğu görülmektedir. Hâlbuki Ra’d Sûresi 11. ayette şöyle denilmektedir: “Bir toplum (kavim) kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”[22] Ancak konuya tarihsel boyutları ile bakıldığında, dinin en çok istismar edilen bir kurum olduğu anlaşılmakta, Kur’an-ı yorumlamaya çalışanların kendi öznel yaklaşımlarını dinmiş gibi sundukları görülmektedir. Hâlbuki İslâm dini, evrensel ilkeler getirmiştir. İslâm inanç sistemi, bilimsel düşünmeye, olgular üzerinde akıl yürütmeye karşı olmayan bir dindir. Herhangi bir kişi ya da grubun değerlendirmelerinin gölgesinde kalmayacak kadar insani değerlerdir. Geçmişten geleceğe yansıyan din yanlışlarının çözümü hakkında bilge insan M. Kemal şöyle demiştir: “Her fert dini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir. Fakat nasıl ki her hususta yüksek mektep ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazımsa dinimizin hakikat felsefesini tetkik, tetebbu ilmi, fenni kudretine sahip olacak güzide ve hakiki ulema yetiştirecek yüksek müesseselere malik olmalıyız.”[23] Anlaşılacağı gibi M. Kemal, uzun yıllar boyunca oluşan ve toplumsal değişimi kavrayamayan zihniyetin, toplumu geleceğe taşıyabilecek bir toplumsal yapıyı ve zihniyeti yeniden oluşturabilme çabası içerisindedir. Nitekim küreselleşme ve sekülerleşme gibi çağın sorunları, dinleri de etkilemiş, M. Kemal, söz konusu yaklaşımları ile dinin yapısal ve epistemik değişimlerinin zorunluluğuna dikkatleri çekmiştir. M. Kemal, toplumda yeniden bir düşünce çığırı açmıştır. Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte eğitim-öğretim hayatında, temelinde akılcı Türk kültür ve medeniyetinin ilkelerini taşıyan bilime/bilgiye dayalı sorgulayan, üreten, ahlaki sorumluluklarının bilincinde olması beklenen, insan onurunu korumaya çalışan yeni bir dönem başlatmış, ülkenin her bölgesinde eğitim-öğretim okulları açılmıştır. Buradan yetişen yeni nesiller, iktisadi, siyasi ve din alanlarında yenileşmeyi sağlayarak uygarlık alanında kendi yerini almayı başarmışlardır.
Özetle söylenecek olursa, milletlerin gelişimi ve uluslararası alanda varlıklarını devam ettirebilmelerinin pek çok nedeni sayılabilir. Ancak bu nedenler arasında iki önemli toplumsal kurum diğerlerinden kendi varlıklarını daha derinden hissettirirler. Bunlar toplumların benimsemiş oldukları inançları ve iktisadi kalkınmışlıktır. Çünkü insan hem maddi hazzın peşinden koşarken hem de manevi hazza ihtiyaç duyar. Bu ikisi arasında kurulacak dengeli yaklaşım, milletlerin toplumsal bütünleşmesinin teminatıdır. Yalnızca iktisadi gelişim, kişinin kendi çıkarlarına odaklandığı bireyciliği, yalnızca din ise metafiziğin derin dolambaçlarında bireylerin ve toplumların yok olduğunu işaret etmektedir.
Kaynakça
Akyüz,Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Kültür Koleji Yay. İstanbul 1994.
Atatürk, M. Kemal, Nutuk, Başbakanlık Basımevi, 1984, c. III.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I.II.III, A.K.D. ve T.Y.K. Ankara, 1997.
Başgil, Ali Fuat, Din ve Laiklik, Yağmur Yay. İstanbul, 1985.
Borak, Sadi, Atatürk ve Din, Anıl Yayınevi, İstanbul, 1962.
Dilaçar, Agop, Kutadgu Bilig İncelemesi, TDK. Yay. Ankara 1972.
Ergin, Muharrem, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yay. İstanbul 2005.
Giritli, İsmet, Atatürkçülük İdeolojisi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1988.
Gökalp, Ziya, Malta Konferansları, Kültür Bakanlığı Yay. Haz: M. Fahrettin Kırzıoğlu, Ankara 1977.
İnan, Afet, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, A.K. D. Ve TYK, Ankara, 2000.
Kaşgarlı Mahmut, Divan-ü Lügati’t Türk, Toker Yay. İstanbul 1986.
Katip Çelebi, Mizanu’l- Hakk Fi İhtiyari’l Ehakk, Haz. O. Gökyay, Kervan Kitapçılık, İstanbul 1980.
Koçi Bey, Risale, Çev: Z. Danışman, M.E.B. Yay. İstanbul 1993.
Kodaman, Bayram, Cumhuriyetin Tarihi-Fikri Temelleri ve Atatürk, Süleyman Demirel.Üniversitesi Yay. Isparta 1999.
Kur’an, 13/11
Ögel, Bahaddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, M.E. B. Yay. İstanbul 2001.
Shaw, Stanford, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Çev: M. Harmancı, C.1, E Yay. İstanbul 1982.
Türkçe Sözlük, T.D.K. Yay. İstanbul 1992.
Türkdoğan, Orhan, Kemalist Modelde Fert ve Devlet İlişkileri, Atatürk Üniversitesi Yay. Erzurum, 1977.
Yaltırak, C., “Kemalizmin Kuramsal Çerçevesi” Aydınlanma 1923 Devrimi 21. Yüzyılda Kemalizm, Toplumsal Dönüşüm Yay. İstanbul 2004.
⃰ Prof. Dr. İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
[1] Türkçe Sözlük, T.D.K. Yay. İstanbul 1992, s. 186.
[2] Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yay. İstanbul 2005, s. 43.
[3] Bahaddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, M.E. B. Yay. İstanbul 2001, s.35.
[4] Kaşgarlı Mahmut, Divan-ü Lügati’t Türk, Toker Yay. İstanbul 1986.
[5] Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Kültür Koleji Yay. İstanbul 1994, s. 3.
[6] Agop Dilaçar, Kutadgu Bilig İncelemesi, TDK. Yay. Ankara 1972, s.29.
[7] Koçi Bey, Risale, Çev: Z. Danışman, M.E.B. Yay. İstanbul 1993, s. 20-21.
[8] Katip Çelebi, Mizanu’l- Hakk Fi İhtiyari’l Ehakk, Haz. O. Gökyay, Kervan Kitapçılık, İstanbul 1980, s. 21.
[9] Stanford Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Çev: M. Harmancı, C.1, E Yay. İstanbul 1982, s. 285-309.
[10] Ziya Gökalp, Malta Konferansları, Kültür Bakanlığı Yay. Haz: M. Fahrettin Kırzıoğlu, Ankara 1977, s. 112.
[11] Sadi Borak, Atatürk ve Din, Anıl Yayınevi, İstanbul, 1962, s. 26.
[12] Bayram Kodaman, Cumhuriyetin Tarihi-Fikri Temelleri ve Atatürk, S. Demirel.Üniversitesi Yay. Isparta 1999, s. 80.
[13] Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, A.K. D. Ve TYK, Ankara, 2000, s. 28.
[14] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Başbakanlık Basımevi, 1984, c. III, s. 19.
[15] Orhan Türkdoğan, Kemalist Modelde Fert ve Devlet İlişkileri, Atatürk Üniversitesi Yay. Erzurum, 1977, s. 3.
[16] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I.II.III, A.K.D. ve T.Y.K. Ankara, 1997, s. 20.
[17] C. Yaltırak, “Kemalizmin Kuramsal Çerçevesi” Aydınlanma 1923 Devrimi 21. Yüzyılda Kemalizm, Toplumsal Dönüşüm Yay. İstanbul 2004, s. 321, 322.
[18] İsmet Giritli, Atatürkçülük İdeolojisi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1988, s. 5.
[19] Borak, Atatürk ve Din, s. 86.
[20] Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, Yağmur Yay. İstanbul, 1985, s. 120.
[21] Borak, Atatürk ve Din, s. 81.
[22] Kur’an, 13/11.
[23] Borak, Atatürk ve Din, s. 34.