1910 yılına doğru Avrupa’daki süper devletler çıkarları doğrultusunda gruplaşmaya başlıyorlardı. Silah sanayisi hızla geliştikçe yeni yeni silahlar icat ediliyor ve bu devletler aralarında stratejik güç dengeleri oluşturabilmek için büyük çaba harcıyorlardı. Almanya kendini Avrupa’nın en güçlü imparatorluğu olarak görüyordu. Kara kuvvetlerinin yenilmezliğinden emin olduğu için bütün ağırlığını donanmasını güçlendirmeye vermişti. Fransa, 1871 yılında Almanya’ya karşı yenilgisini unutmamıştı. Bu yenilgisinden kaynaklanan Almanya’ya karşı savaş tazminatı borçlarını ödedikten sonra, modern silahlarla donatılmış bir ordu kurmuştu. O yılların en son teknoloji ürünü olan uçağı etkin bir silah olarak kullanabilmek amacıyla, uçak sanayisini geliştirmek üzerine yatırımlar yapmıştı. Savaş uçaklarından güçlü bir filo kurmuştu. Fransa Almanlara karşı Ruslarla ittifak oluşturmuş, şimdi de İngilizlerle anlaşarak daha güçlü bir ittifak oluşturma çabası içerisindeydi. İngilizler sömürgeciliğe dayalı genel politikalarını sürdürebilecek şekilde bu güç dengeleri içinde var oluyordu. İtalya ise Kuzey Afrika’da yer alan Libya topraklarını ele geçirme planları yapmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu ise Avrupa’daki bu karmaşık politik arenada, Orta Doğu ve Avrupa’daki topraklarını korumaktan başka bir şey düşünemiyordu. İkinci Meşrutiyetin ilanında ordu söz sahibiydi ve ordunun özellikle genç subayları politikanın içinde devleti yönetiyorlardı. (1)
Almanlar 1910 yılının bahar aylarında, Rhain kıyılarında büyük bir askeri manevra düzenlediler ve tüm dünyaya ne kadar güçlü olduklarını gösterdiler. Bu güç gösterisi, Avrupa’da Almanlara karşı stratejik bir denge kurmaya çalışan Fransızların pek hoşuna gitmemişti. Almanlara karşı bir cevap vermek ve onlardan daha güçlü olduklarını gösterebilmek amacıyla Fransızlar hemen bir manevra hazırlığına giriştiler. Manevranın yapılacağı alan olarak, hem Almanlara hem de İngilizlere komşu olan Kuzey Fransa’daki Picardie bölgesi seçildi.
Osman Hamdi hayata gözlerini 1910 yılının yağmurlu bir Şubat günü kapadıktan sonra (2), bahar ayları önce Şubatın soğukluğunu silmiş, ardından yaz ayları havayı iyice ısıtmıştı. 1910 yılının sıcak yaz günlerinde güneş Sanay-i Nefise Mektebi (bugünkü adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) üzerinde parlıyordu. Mektebin kurulmasında ve gelişmesinde çok büyük emek vermiş Osman Hamdi’nin ayak sesleri okulun salonlarında artık duyulmuyorsa da, sanatın derin sesi yetiştirdiği öğrencileriyle birlikte yayılmaya devam ediyordu. 1910 yılının o sıcak İstanbul güneşi Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşanın çalışma masası üzerinden de yansıyordu. Şevket Paşa masası üzerinde ilgilenmesi gereken birkaç kâğıdı okumuş, kahvesini yudumluyordu. Kapı çalındı. Paşanın gel sesiyle birlikte içeri süzülen emir subayı elindeki kâğıdı paşanın önüne bıraktıktan sonra selamını vererek odadan çıktı. O günlerde Avrupa’nın iki süper devletinde, her ikisi de binbaşı iki genç askeri ataşe görev yapmaktaydı. Binbaşı Enver Berlin’de, Binbaşı Fethi (Okyar) Paris’te askeri ataşe olarak bulunuyorlardı. Şevket Paşa’ya gelen yazı Paris’te görev yapan Binbaşı Fethi Bey’den gelmişti. Paşa kahve fincanından son yudumu alarak masaya bıraktı. Kâğıdı açarak yazıyı okumaya başladı. Binbaşı Fethi, Fransız Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan bilgilendirmede, 17-21 Eylül 1910 tarihleri arasında Picardie’de bir manevra düzenleneceğini ve bu manevraya Osmanlı Devleti’nden bir generalle üç subayın davet edildiğini yazıyordu. Şevket Paşa, o sırada Osmanlıda teknoloji ile en ilgili paşalardan biri olan Üçüncü Ordu Kurmay Başkanı Ali Rıza Paşa’yı düşündü hemen ve emir subayına seslendi. Emir subayı odadan çıkarken elinde tuttuğu görevlendirme kâğıdında, Ali Rıza Paşa başkanlığında Picardie Manevraları’na katılacak heyette yer alacak ikisi binbaşı biri kolağası (ön yüzbaşı) olan diğer üç subayın isimleri de yazıyordu. (3)
Ali Rıza Paşa başkanlığında görevlendirilen heyet 10 Eylül 1910 günü Orient Ekspresi ile Selanik’ten Paris’e doğru yola çıktı. 13 Eylül günü Paris’e ulaştılar. Manevraların başlamasına daha 4 gün vardı. Genç subaylar, kendilerinden önce Osman Hamdi’yi ağırlamakta kusur etmemiş Paris’i gezme fırsatı buldular. 16 Eylül günü Paris’ten trenle Picardie’ye geçen heyet, Fransız askeri karargâhında kendileri için ayırtılan odalara yerleşti. Manevraları izlemek için Avrupa’nın tüm devletlerinden gelen sivil ve asker olmak üzere yetmişe yakın delege katılmıştı. Fransa’nın gücünü ve özellikle uçaklarını sergileyeceği manevralardaki organizasyonlarda, davetliler Fransız mutfağının en lezzetli yemekleri ve içkileriyle ağırlanmaktaydılar.
Ertesi gün 17 Eylül 1910’da, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Fransız Orduları Baş Komutanı ve Mareşal olan General Ferdinand Foch’un komutasında manevralar başladı. Gösterişli geçit törenlerinde fabrikalardan yeni çıkmış, pırıl pırıl askeri araçlar ve silahlar ardı ardına boy gösteriyordu. Manevralara davetli konukların en çok ilgisini çeken ise uçaklardı. Katılımcıların çoğu ilk kez insanoğlunun bu teknolojik araçlarla uçtuğuna şahitlik ediyordu. Fransız pilotları yaptıkları alçak uçuşlar ve akrobatik gösterilerle izleyen kalabalığı hayran bırakıyorlardı (4).
18 Eylül manevraların ikinci günüydü. Genç Osmanlı subayları da tüm katılımcılarla birlikte manevralardaki uçuşları dikkat ve ilgiyle izlemekteydiler. Manevraları izleyen kişiler arasında, askeri açıdan uçakların çok büyük bir etki yaratamayacağını düşünen bazı katılımcılar da bulunmaktaydı. Buna karşın, insanoğlunun son teknolojiyle geliştirdiği bu demir kuşlarla gökyüzünde uçuşunu izlemek bile çok heyecan verici bir tecrübeydi. Fransız pilotların manevra alanı üzerindeki engin mavilikte tayyareleriyle dans etmeleri hayranlık uyandırmaktaydı. Tüm delegeler gözlerini bir an olsun ayırmadan gökyüzünde süzülen uçakları seyre dalmışlardı. Uçuşların izleyiciler üzerindeki etkisini daha da artırmak için Fransız pilotlar iyice alçalarak uçmaya başladılar. Yere çok yakın şekilde hızla geçen tayyarelerin motor sesleri arıları andırır şekilde kulaklarda vızıldamaya başlamıştı. Gördükleri heyecan verici manzara karşısında birbirleriyle konuşanlar bile başlarını gökyüzünden hiç çevirmeden yarım ağızla yorum yapıyorlar ve bu adeta mest olmuş kalabalığın hemen üzerinde bir uçak alçalırken, bir diğeri yükseliyor, Fransız pilotlar gerçekleştirdikleri akrobatik hareketlerde tüm hünerlerini sergiliyorlardı. Uçuşlar tüm hızı ve akıcılığıyla devam ederken, bir anda iki uçak havada çarpıştı.
Demirden koca iki makinenin havada birbirine geçmesi ile ortaya çıkan haşin ses diğer tüm motor seslerini bastırdı. İzleyicilerin gözlerindeki merak ve heyecan yerini korku ve endişe dolu bakışlara bırakmıştı. Havayı yırtan çarpışma sesinin dehşetinde insanlar panikle koşuştururken, çarpışmanın şiddetiyle parçalanan uçaklar nakavt olmuş bir boksör gibi şuursuzca yere düşmeye başlamışlardı. Parçalanan uçaklardan biri kalabalığın üzerine doğru hızla ilerliyordu. Kalabalığın içine düşen uçak toprağı adeta yırttıktan sonra yoğun bir toz bulutu yaratarak durdu. Osmanlı heyetindeki binbaşılar Fethi ve Selahaddin Bey hemen uçağın düştüğü yere koşmaya başladılar çünkü heyetin en genç üyesi olan kolağası unvanındaki subayın bulunduğu yere düşmüştü uçak. Karmaşanın ve toz bulutunun arasında genç meslektaşlarını arıyorlardı. Gelecek vaat eden bu gencecik meslektaşlarını göremedikleri her geçen saniyede endişe daha bir ağır oturuyordu yüreklerine. Derken, toz dumanın belirsizliği altında işitilen kolağasının “ben iyiyim” sesiyle su serpilmişti korkuyla hızlı hızlı çarpan kalplere. Sesin geldiği yöne doğru hareketlenerek genç meslektaşlarını buldular. Ayağa kalkmasına yardım ederken bir yandan herhangi bir yerinde bir yara olup olmadığını kontrol ediyorlardı. Uçak sadece sekiz on metre ötesine düşmüştü. Çok şükür ki kolağası meslektaşları sağ salim kurtulmuştu bu vahim kazadan. Eğer bu genç subay sekiz on metre daha ileride olsaydı, hayatta kalması mümkün olmayacaktı. Metrelerle ölçülen bu küçük mesafe sadece genç bir subayın hayatını kurtarmakla kalmamış, aynı zamanda bir ulusun geleceğini de kurtarmıştı. Çünkü kurtulan subay Kolağası Mustafa Kemal’di. Yaşanan bu talihsiz kaza hem Türk heyetini hem de Mustafa Kemal’i kısa zamanda olsa bile tanıyarak sevmiş diğer yabancı katılımcıları derinden üzmüştü. Delegeler Atatürk’e geçmiş olsun dileklerini içtenlikle ilettiler (5).
Picardie manevraları sürerken gözlemciler düşüncelerini söylüyorlar, eleştirilerini de açıkça dile getiriyorlardı. Genç Türk subayı Mustafa Kemal de bir gün manevranın kurmay heyetinde yer alan bir Fransız albaya fikirlerini açık açık belirtmiş, harekâtta gözden kaçan zayıf noktaları kendisine söylemişti. Mustafa Kemal’in isabetli tespitleri ve yerinde eleştirileri oldukça beğenilmiş, genç subay fikirleriyle tüm dikkatleri üzerine toplamıştı. Öyle ki bu büyük askeri harekâtın son günü akşamı verilen bir ziyafete binbaşıdan aşağı rütbeliler çağrılmadığı halde, Mustafa Kemal özel olarak çağrılmış ve General Foch’la tanıştırılmıştı. (6)
Mustafa Kemal sadece harekât ile ilgili düşüncelerinde haklı değildi. Manevraların son günü 21 Eylül 1910’da, Fransız ordusu kara ve hava kuvvetleri ile birlikte 2 saat süren bir resmigeçit daha gerçekleştirmişti. Bu geçit ardından neredeyse bütün gözlemciler Fransa’nın askerî gücü hakkında fikir birliği içindeydiler. Atatürk, manevra alanından ayrılırken, Fethi (Okyar) Beye şunları söylüyordu (7): ‘Bu kadar hazırlık ve kuvvet barış için yapılmaz. Bunun arkasından savaş gelecektir. Bizler aklımızı başımıza toplamalıyız. Çıkacak bir harp, bütün dünyayı ateşe verebilir ve biz bu harbin dışında kalamayız.’ Tarih 29 yaşındaki bu öngörü sahibi genç Türk subayının ne kadar haklı olduğunu gösterecek ve Temmuz 1914’de başlayan Birinci Dünya Savaşı tahminlere göre 16 ile 19 milyon arasında insanın ölümüne sebep olarak Kasım 1918’de sonlanacaktı. Osmanlı devleti de bu savaş içerisinde yer alarak, savaşın acımasız yıkımından payına düşeni fazlasıyla alacaktı.
Picardie manevralarına gözlemci olarak katılan delegelerden bazıları, hatta manevrayı yöneten yüksek rütbeli bazı Fransız subaylar bile uçakları askeri değeri olmayan ama teknolojik açıdan enteresan oyuncaklar olarak nitelendirirken, Atatürk izlenimleri sonucunda farkındalığıyla önemli bir öngörüde daha bulunmuştu. Havacılık stratejik açıdan gelecekte çok önemli bir rol oynayacaktı. Ülkelere hem savaş alanlarında hem de ekonomik sahada kazandıracağı güçle geleceğin şekillenmesinde havacılık etkeni belirleyici olacaktı. Ve yine Atatürk haklı çıkacaktı: İstikbal göklerdeydi. Hem kurtuluş savaşında hem de savaş sonrası Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınmasında havacılığa verdiği önem büyük fark yarattı. Büyük Taarruz öncesi Fransız ve İtalyanlardan alınan 10 Bregue ve 21 Spat XIII uçağı kahraman Türk pilotlarının ellerinde zafere giden yolu açtılar. Öyle ki cumhuriyetimizin ilk yıllarında 30 Ağustos, “Zafer ve Tayyare Bayramı” olarak kutlanıyordu. Savaş sonrasında da Atatürk Türkiye’de havacılığı geliştirmek için çok çaba harcamış ve gencecik Türkiye Cumhuriyeti atasının önderliğinde, tasarlayıp, üretip, sattığı uçaklarla dünyada bir marka haline gelerek, havacılık tarihinde de çok önemli bir yer edinmişti (8).
İsterseniz gelin, tüm dünyanın şaşkınlık ve hayranlıkla izlediği, Cumhuriyeti kuran bu toprakların değerli insanlarının gerçek alın teriyle yarattıkları mucizenin hikâyesine çok kısaca göz atalım. Atatürk cumhuriyetin ilanından hemen sonra havacılık atılımlarına başladı. 1 Kasım 1924’te Meclis açılış konuşmasında “Hava kuvvetlerine Yüce Meclis’in özellikle ilgisini ve dikkatini çekmek isterim” diyordu. İstiklal savaşından henüz çıkmış gencecik bir cumhuriyet olarak üretime hemen geçemeyeceğimiz için Atatürk önce yurt dışından uçak alarak hava kuvvetlerini güçlendirdi. Havacılık eğitimi için yurt dışına öğrenciler gönderdi. 16 Şubat 1925’te Türk Tayyare Cemiyeti’ni (Türk Hava Kurumu) kurdu. 1933’te Devlet Hava Yolları’nı, 1935’te Türk Kuşu’nu kurdu. Çok iyi bilindiği gibi, manevi kızlarından Sabiha Gökçen’in ilk Türk kadın pilotu olmasını sağladı. Çok ağır şartlarda verilen bir bağımsızlık savaşı sonrası yokluklar içinde olan bir durumda, ilk adımda yurt dışından uçak almak ve orada eğitim gören insanlar yetiştirmek çok akılcıydı. Buna karşın, kısa zamanda planlanan gerçek anlamda büyümek ve üretime geçmekti. Her zaman olduğu gibi tek hedef tam bağımsızlıktı. Atatürk “Uçağımızı, paraşütümüzü, yedek parçalarımızı kendimiz yapacağız” diyordu (9). 1925’te Bakanlar Kurulu kararıyla Tayyare Motor Türk Anonim Şirketi (TOMTAŞ) kuruldu. 6 Ekim 1926’da TOMTAŞ tarafından Kayseri Uçak Fabrikası devlet töreniyle açıldı. Bu fabrika kurulduğunda tüm dünyanın en büyük uçak fabrikalarından biriydi. 6 hangarda 50 Türk, 120 Alman işçiyle üretime başlamıştı. Kayseri Uçak Fabrikası 1926-1942 yılları arasında 7 ayrı modelde 212 uçak üretti. 1932’de Eskişehir Tayyare (Tamir) Fabrikası kuruldu. Atatürk, 1 Kasım 1937’deki Meclis açılış konuşmasında “Bu yıl içinde denizaltı gemilerimizi ülkemizde yapmayı başardık… Hava Kuvvetlerimiz için yapılmış olan üç yıllık program, büyük milletimizin yakın ve bilinçli ilgisiyle şimdiden başarılmış sayılabilir. Bundan sonrası için bütün uçaklarımızın ve motorlarımızın ülkemizde yapılması ve savaş sanayimizin bu temele göre geliştirilmesi gerekir” diyordu. Ve takibinde 1941’de Ankara’da THK Etimesgut Uçak Fabrikası kuruldu. Fabrika 113 mühendis, 221 teknisyen ve işçiyle üretime başladı. 1942-1952 arasında 126 adet Türk tasarım uçak üretildi. 1948’de THK Gazi Uçak Motoru Fabrikası açılarak, üretime başladı. Cumhuriyetimizin bu altın yıllarında sadece devlet değil, özel teşebbüs de uçak fabrikaları kurdu. Vecihi Hürkuş tarafından kurulan Vecihi Faham Tayyare İnşa Fabrikası (1930-1942) ve Nuri Demirdağ tarafından kurulan Nuri Demirdağ Tayyare Fabrikası (1936-1943) çok sayıda özgün tasarım olan uçaklar ürettiler.
Bir çırpıda yukardaki paragrafta okuduklarınız çok kolay gerçekleşmiş gibi gelebilir. Ancak biraz düşünüldüğünde, muazzam bir vizyonun ve hayranlık uyandırıcı bir emeğin zamanında bu değerli topraklar üzerinde güneş gibi parladığı hemen görülecektir. Nerdeyse tüm dünyaya kafa tutarak, yokluk içerisinde bir bağımsızlık savaşı veriliyor. Zaferle çıkılan bu savaş sonrası 1923’de Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, tabiri caizse elinizde neredeyse hiçbir şey yok. Bırakın uçak üretmeyi, o yokluk zamanında una, şekere, beze bile muhtaçsınız, bulamıyorsunuz. Zar zor üretebildiğiniz tek araç “kağnı”. Zaten o da iki tane tahtanın birbirine çakılmasıyla üretiliyor neredeyse. Ve o yokluk şartlarında, Atatürk önderliğinde kahraman Anadolu insanının kanı ve canıyla kurulan gencecik Türkiye Cumhuriyeti sadece üç yıl sonra 1926’da uçak üretmeye başlıyor. 1933 yılında ise, Eskişehir Tayyare (Tamir) Fabrikası’nda Selahattin Reşit Alan tarafından tasarlanan Milli Müdafaa Vekâleti-1 (MMV-1) isimli eğitim ve keşif uçağı üretilen ilk Türk tasarım uçağı oluyor. Yani 1933 yılında kendi tasarladığımız uçağı bile üretmeye başlıyoruz. Tüm Dünya tarihinde bana bir millet gösterin ki, üretebildiği tek araç olan “kağnı” ile zamanın en teknolojik topuna, tüfeğine, uçağına karşı bağımsızlık savaşını kazansın. Savaşın yokluk koşullarında tam anlamıyla sıfır noktasında kurulsun ve 10 yıl içinde kendi tasarladığı uçağı üretmeye başlasın. Ve öyle bir üretimden söz ediyoruz ki, 1926 -1952 yılları arasında tüm dünyaya Fransa’dan sonra en çok uçak satan ülke olarak bir dünya markası haline gelsin. Demek ki neymiş? vizyon sahibi insanlara, doğru ve akılcı planlara, gerçek alın terine değer verildiğinde, bu güzelim toprakların insanları 10 yıl içinde bile mucize denileni başarabiliyormuş. Son olarak Selahattin Alan, kendi tasarımı olan çift kanatlı, iki kişilik, tek motorlu uçağa amblem olarak ne seçmişti dersiniz? İlk Türk tasarımı uçağımızın amblemi bir “kağnı” figürüydü. O amblemi taşıyan MMV-1 uçağımız gökyüzünün maviliklerinde yüzerken, dün “kağnı” ile süper güçleri yenenlerin bugün uçak yapacak hale geldiklerini tüm dünyaya haklı bir gururla haykırıyordu.
Böyle destansı bir gerçek hikâyeyi ve arkasında yatanları bilip bilmemek ya da daha doğrusu unutmamak insana acaba ne sağlar? Gelin hep beraber okumaya ve hayattaki karşılığını aramaya devam edelim. 1970’li yılların hemen başında Güney Afrika’nın Pretorya kentinde dünyaya gelen bir oğlan çocuğunun hayat hikâyesine göz atalım. Onun için hayat oldukça zor başlamıştı. Doğduğu ülkede iç savaş vardı. Her gün sokaklarda şiddet dolu kabile savaşlarının gerginliğinde geçen hayatın yanı sıra, bir de anne babasının daha küçük yaşlarında boşanmasıyla ailesi içinde yaşanan savaşların da ortasında kalan bir ilkokul çocuğunun hayatını hayal edin. Ne sokakta ne evde huzur var, her yer korku ve dehşet içerisinde. O çocuk ise hayata kitaplarla, okuyarak tutunuyordu. Dünyanın en geri kalmış kıtasında, en ilkel ve zorlu şartlarda başlayan hayat hikâyesine rağmen, içindeki kitap okuma sevgisi sayesinde zamanla dünyanın gelişimine yön veren birkaç insandan biri olacaktı. Ne de olsa kitap okumaya günde ortalama 10 saat ayıran bir insandı.
Henüz ilkokul 3. sınıftayken gittiği okulun kütüphanesindeki tüm kitapları okuyup bitirmiştir. Ardından, komşu okula giderek o okulun kütüphanesindeki tüm kitapları da okur. Öylesine olumsuz koşullardaki bir ülkede, çok zorlu hayat şartları altında okuyabileceği tüm kitapları henüz ilkokulu bitirmeden bitirmiştir. Okuyabileceği kitap kalmayınca, yeni kitaplar sipariş edilmesi için kütüphane yetkilisini bir şekilde ikna eder. Gelen yeni kitaplar arasında Britannica ansiklopedisini de okuyarak bitirir. Daha sonra şöyle söyleyecektir: “Britannica ansiklopedisini okuyup bitirmem oldukça faydalı olmuştu. Neyi bilmediğiniz hakkında hiçbir fikriniz yok!” (10). İşte bu farkındalıkla, ileride yapacaklarını gerçekleştirmesini sağlayan vizyonu gelişmeye başlar. Neyi bilmediğinizi görebilmek için okumak. Bu okuma kültürü sayesinde Amerika’da üniversitede öğrenci iken hedeflerini de belirler, çalışacağı alanlar internet, temiz enerji ve uzay olacaktır.
Önce bir şirket kurar. Büyük çabayla şirketi büyütür, yeni ortaklar ve yatırımcılar bulur. Dünya üzerindeki 200 ülkede geçerli bir ödeme sistemi geliştirmeyi başarır: Pay Pal. Ve en sonunda bu şirketi bir buçuk milyar dolara satar. Bu satıştan cebine 165 milyon dolar civarında bir nakit para girer. Herhangi bir insan bu parayla hayatının sonuna kadar hiç çalışmadan rahatça yaşayabilecekken, o okuyarak sahip olduğu vizyonuyla kurduğu hayallerine yatırım yapar. 10 milyon dolarını enerji sektöründeki SolarCity şirketine, 70 milyon dolarını otomotiv sektöründeki Tesla şirketine ve 100 milyon dolarını da uzay endüstrisindeki SpaceX şirketine yatırır. Hemen rahatlıkla tahmin ettiğiniz gibi, bahsettiğimiz isim Elon Musk’ın ta kendisidir. O sıralarda herkes yatırım için internet ve bilgisayar teknolojilerini seçerken, Musk tüm parasını üçü de birbirinden riskli sektörlere yatırmayı tercih etmiştir. Bu nedenle kendisine deli diyen birçok insan da vardır. Yatırım paylarından da görüldüğü üzere Elon Musk’ın hedefi uzaydır. Bu sektörde şirketlerle değil, dünyanın ABD, Rusya ve Çin gibi süper devletleriyle rekabet etmek zorundadır. Aldığı riski daha iyi algılayabilmek amacıyla düşünelim, uzay endüstrisine siz 100 milyon dolar yatırıyorsunuz. Buna karşın, bu alandaki rakiplerinizden sadece NASA’nın yıllık bütçesi 19 milyar dolar. Böyle haksız bir rekabete girmek ilk bakışta gerçekten de deli işi gibi görülebilir. Musk ise çocukluğunda okuduğu kitaplar üzerine, uzay ve roket bilimi ile ilgili tüm kitapları da okumuştur. Konuya o kadar hakim olmuştur ki işe aldığı ilk bin kişiyle doğrudan kendisi mülakat yapmıştır. Dünyanın bu konuyla ilgili en parlak zihinlerini de etrafına toplayarak işi pratiğe dökmeye başlamıştır. İşte SpaceX böyle kurulmuş ve Musk dünyanın süper güçlerine böyle kafa tutmuştur. Vizyon sahibi insanlara, doğru ve akılcı planlara, gerçek alın terine değer vererek. Tanıdık geldi mi?
Atatürk’ün vizyonuyla hayal bile edilemeyenleri gerçeğe dönüştüren Türkiye Cumhuriyeti’nin bahsettiğimiz başarı hikâyesi ile bu benzerlik tesadüfi olabilir mi? Ya da Elon Musk gibi okuyan bir insanın, “Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini kitaplara vermeseydim, bugün yapabildiğim işlerin hiç birini yapamazdım” sözleriyle tarihte başarısını kitap okumaya dayandıran tek liderden ilham alması tesadüfi midir? Okuduğunuz zaman net bir biçimde gördüğünüz gibi, hiçbir şey tesadüfi değildir. Elon Musk 10 yaşlarında her anlamıyla okuyarak, sadece bilebilmek için değil, neleri bilmediğini de fark etmek için okuyarak, hayallerini geliştirmeye başladığında, vizyonunu oluşturmuştu. Hiç şüphe yok ki, çocukluğunda okuduğu o Britannica ansiklopedisinin A harfinde karşısına bir isim çıkmıştı. Elon Musk gibi yüksek hedeflere sahip olduğu için “İstikbal göklerdedir” diyen bir isim: Atatürk. Ve Elon Musk, Atatürk ismini, anlatmaya çalıştıklarını, fikirlerini, gerçekleştirdiklerini okuyup anlayarak ondan ilham almıştı. Elon Musk’ın en büyük hayali günün birinde SpaceX aracılığıyla uzayda gezegenler arasında yolculuk yapabilen bir medeniyet yaratarak, insanlığa yardım etmektir. Ve şu anda gelecekte insanın Mars’da yaşayabilmesi için var gücüyle çalışmaktadır. Çağımızın en önemli zihinlerinden ve girişimcilerinden birinin hayallerinin ve başarılarının arkasında, burada anlatmaya çalıştığımız cumhuriyet tarihimizin kanatları altındaki hikâyeler yatmaktadır. İşte sahip olduğumuz bu hikâyeleri unutmamak, okumak ve anlamak dünyayı değiştirebilmenin, fark yaratabilmenin ilk adımlarıdır. Günün birinde insan Mars gezegeninde yaşayabilecekse, bu yolculukta cumhuriyetimizin kanatlarıyla uçulduğu asla unutulmamalıdır. O nedenledir ki, Elon Musk Türkiye’ye geldiği ilk gün 9 Kasım 2017’de Atatürk’e, Anıtkabir’e giderek fotoğraf çektirmiş ve hemen sosyal medya hesabından paylaşmıştır. Daha sonrasında yine Anıtkabir’den bir fotoğraf paylaşarak, Atatürk’e çiçekler bıraktığını belirttikten sonra fotoğrafın altına şunları da yazmıştır:
Üç kırık kaburga
Bir delik akciğer
Ve o yine de savaştı
Yurtta barış
Dünyada barış için
KAYNAKLAR
(1) Mehmet Önder (1998) “Atatürk Fransa Picardie Manevralarında”, ERDEM, Cilt 11, Sayı 32, sayfa 527-532.
(2) Çağdaş Hakan Aladağ (2021) “Medeniyet Duvarını Aşmak”, Akademik Akıl, https://www.akademikakil.com/medeniyet-duvarini-asmak/cagdashakanaladag/
(3) Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, (yayına hazırlayan: Cemal Kutay), Tercüman Yayınları, İstanbul 1980, sayfa 129-131.
(4) Revue Illustration, No: 3525, 68 annee, Paris, September 1910 (derginin Picardie Manevraları Özel Sayısı).
(5) Celal Erikan, Komutan Atatürk, Türkiye İş Bankası Yayını, Ankara 1972, sayfa 94.
(6) Uluğ İğdemir, Atatürk’ün Yaşamı, TTK Yayını, Ankara 1980, sayfa 22.
(7) Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, (yayına hazırlayan: Cemal Kutay), Tercüman Yayınları, İstanbul 1980, sayfa 127.
(8) İsmail Yavuz, Mustafa Kemal’in Uçakları: Türkiye’nin Uçak İmalat Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2018.
(9) Sabiha Gökçen ve Oktay Verel, Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, Türk Hava Kurumu Yayınları, İstanbul 1982, sayfa 192-193.
(10) Ashlee Vance, Elon Musk – Tesla, Spacex ve Muhteşem Geleceğin Peşinde, Buzdağı Yayınevi, 2017.
16 yorum
harika bir yazı daha
Çok teşekkür ediyorum hocam.
Hikaye olarak degil vizyon olarak hayatlarımıza yerleşmesi gereken türden… uçak fabrikalarımızın kapanmış olması üzücü 🙁
Çok haklısınız. Umarım ülkemizde ve tüm dünyada böylesi bir vizyonla ilerleyebilir insanlık.
Harika bir yazı sevgili dostum! Dilerim her daim vizyon sahibi insanlar çıkar karşımıza… aklına ve yüreğine sağlık.
Değerli dostum, çok teşekkür ediyorum nazik sözlerine. Dileğine gönülden katılıyorum.
Bir solukta okudum . Böylesine güzel bilgileri bizlerle buluşturduğunuz için teşekkür ederim
Güzel sözlerinize teşekkür ediyorum. Devam edecek yazılarda buluşmak dileğiyle.
Çok doğru tespitler ve çok güzel derlemişsiniz. Biz okurlara da hatırlattığınız için teşekkürler.
Nazik sözlerinize çok teşekkür ediyorum Haldun Bey. Devam edecek yazılarda, fikir alışverişlerine devam etmek dileğiyle.
Herzamanki gibi çok beğendim büyük atatürkle benzeşmesi çok doğru elon mask in hayatını okurken bu kadarını fark etmemiştim ancak imkansız şeylerin üstüne gidip yapabilmesi beni çok etkilemişti dünya bu insanlar sayesinde güzel bir yer Ama atatürk ‘ün başarısı bence çok daha büyük.
Nesrin Hanım güzel kelimelerinize çok teşekkür ederim. Umarım hem ülkemizde, hem tüm dünyada böylesi bir anlayışla daha güzel yarınlara ilerleriz hep birlikte.
İstikbal göklerdedir! Ne kadar heyecan uyandıran, yön gösteren bir ifade. Arkasındaki derinliği fark etmeyen insanları bile bu heyecana sürükleyebilecek kadar etkili. Başarılı şirketlerde ve devletlerde birkaç kelimeyle tanımlanmış, neredeyse gülünç basitlikte ifade edilen bir düşünce, vizyon. Bu kadar gürültülü bir ortamda bu basitliğe ulaşmanın arkasında çokça neden sorusunu sormak, yavaşlayabilmek, üzerine düşünüp anlamaya çalışmak, kısacası derinlik var diye düşünüyorum.
Son dönemde PayPal, Google, HP, Wells Fargo, Gillette, Philip Morris gibi kurumların hikayelerini inceliyordum. Bu kurumları başarılı kılan etkenlerin ortak özelliğini bir cümlede ifade etmişsiniz.
‘Vizyon sahibi insanlara, doğru ve akılcı planlara, gerçek alın terine değer vererek.’
Ilerlemek için önce ne durumda olduğunu, gerçekliği anlamak gerekiyor. Bu gerçeklik bazen rahatsız edici, bazen zorlayıcı ve bilinmezlerle dolu olduğu için doğal olarak iyi olduğumız bir alan değil. Gerçekliği inkar etmek ya da olmasını istediğimiz şekilde olacağına inanmak bize daha iyi hissettiriyor. Gerçekliğin fark edilmesi için insanların açıkça deneyimlerini ve fikirlerini paylaşabildiği bir ortam gerekli ve bu ortam gücünü bilgiden almayan otoriteyi sarsan bir durum olduğu için uzun vadeli düşünemeyen liderlerin baskılayıcı tutumları gerçekliği de baskılıyor.
Bazen ne yapıldığından çok kimin yaptığının dünyaya yön verdiğini düşünüyorum. HP’nin 2 genç arkadaşın birlikte çalışmak için kurup ne yapacaklarına sonradan karar verdikleri bir firma olması gibi… Elon Musk da vizyoner olmanın ötesinde dünyaya yön veren insanlardan. Dünyaya yön veren insanlar insanlığın kümülatif bilgi birikiminin üstüne yeni tuğlalar ekleyen insanlar. Şüphesiz ki bizi uzaya taşıyan bu bilgi duvarına Atatürk de Elon Musk da ağır tuğlalar eklediler.
Bizim değerlerimizi taşıyan hikayeleri anlattığınız için teşekkürler. Keyifle okudum.
Beğenerek okumanızdan büyük mutluluk duydum. Değerli katkılarınıza çok teşekkür ediyorum. Fikirlerinizle çok önemli noktaların altını gerçekçi ve etkili bir biçimde çizmişsiniz. Sizin de bahsettiğiniz gibi, farkındalığımızın artmasıyla derinde olanlara ulaşabilmek, onları görebilmek ve sahip olduklarımızı unutmamak, her geçen gün daha da hızlanan çağımızda gittikçe daha da hayati bir hal alıyor. Çağımızın bu baş döndürücü bilgi trafiğinde ve kirliliğinde yönümüzü şaşırmamak ve insanlık olarak hayatta kalabilmek için bu değerlere sahip çıkmamız gerekiyor.
Hakan Hocam, okurken çok keyif aldım, çok güzeldi. Elinize, emeklerinize sağlık. Yeniden küllerinden doğan bir ülke doğmak ümidiyle.
Selamlar
Sevgili Metin, çok teşekkür ediyorum. Anlamlı dileğine gönülden katılıyorum.