Yüce Yaradan tarafından kendisine verilen en değerli hediye olan yaşamını devam ettirmek çabası içindeki insanın tarihine baktığımızda, öncelikli olarak tıp etkinlik alanını ve hekimlik mesleğini görürüz. Yaşamın kalitesini artıran en önemli öncül olarak kabul gören sağlığın korunması ve bozulan sağlığın yeniden tesis edilmesi faaliyeti olarak tanımlayacağımız tıp etkinlik alanının en önemli başrol oyuncusu hekimdir.
Hekim, üstlendiği bu rolle her dönemde eşi az görülür bir saygınlığın da muhatabı olmuştur. Hatta bu saygınlık, insanlık tarihinin ilk yıllarında ilahi bir nitelik bile taşımıştır. Yunan mitolojisinde yılan dolanmış asası ile Asklepios, tanrılaştırılmış en önemli hekim figürüdür. Hipokrat, hekimi yere indirerek hekimlik mesleğini etik ilkeler üzerine inşa etmiş, hekimin rol model olarak baba figürünü üstlenmesi gerektiğini belirtmiştir.
Hipokratik tıbbın çizdiği bu paternalist anlayış yüzyıllarca uygulanmış, hasta-hekim ilişkisini hekim eksenli olmak üzere 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar taşımıştır. Bu süreç bir yandan hekimin özgüvenini artırırken, diğer yandan da hastanın sorumluluğunu hekimin taşımasını sağlamıştır. 20. yüzyılın ikinci yarısı, yaşanan II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan gelişmelerle dünyamızda eksen kaymasına neden olmuştur. Bu süreçte büyük bir pozitif ivme yakalayan insan haklarının sağlık alanına uyarlanması hekim-hasta ilişkisinde de eksen kaymasına neden olarak 2 bin 500 yıllık hekim merkezli hekim-hasta ilişkisi hasta merkezli bir ilişkiye dönüşmüştür.
Hekim-hasta ilişkisindeki eksen kaymasının hissedilme şiddetini, hekimler aleyhine açılan davaların niceliği ve niteliği belirlemiştir. “Ağrıyı dindirmek ilahi bir sanattır (Sedare Dolorem Opis Divinum Artem).” diyen Hipokrat yanılmış mıydı? İlahi bir meslek ifa eden bir kişinin dava edilmesi de ne demekti? İlk travmayı böyle yaşadı hekimler. Aslında tarihsel süreçte hekimin hukuki ve cezai sorumluluğu MÖ 1800 yıllarında Babil’de Kral Hammurabi Dönemi’nde vardı. Hammurabi Kanunları, göze göz, dişe diş yaptırımları hekimlere de hatalı meslek uygulamalarında uyguladı. Ancak bu dönem Hipokrat’tan çok önceydi.
İnsan hayatını ve sağlığını korumak adına görev yapan bir meslek adamının insan öldürmek ya da yaralamak suçundan yargılanması ne muazzam bir çelişki olsa gerektir. Normalde hukuken ve etik olarak güvene dayanan hekim-hasta ilişkisinin her an yargıya taşınabilecek bir hata arama sürecine dönüşmesi dünyada ve ülkemizde hekimleri farklılaşmaya götürmüştür. Elbette ki adil yargılanma bir haktır elbette ki yargı makamlarının önüne çıkmak kötü bir şey değildir. Ancak, çok arzulanacak bir şey de değildir. Hele, ceza yargılaması çok başka bir ritüele sahiptir. Adınız suçlu ya da fail, sıfatınız şüpheli ya da sanıktır. Cumhuriyet savcısının, hâkimin ya da mahkemenin önündesinizdir. Bilimsel savunmanız bile gerçekçi görülmez, bilirkişinin onayından geçmesi gerekir. O bilirkişi bazen, bilimsel yetersizliğini düşündüğünüz bir meslek arkadaşınız olabilir. Mesleki faaliyetlere ayrılması gereken zamanınızı savunma hazırlamak için masa başında ya da avukat bürosunda geçirirsiniz. Hele bir de görsel ve yazılı basına yansıdıysa davanız, herkes sizi kendince yargılar, çoğu zaman yargısız infaza uğradığınızı düşünürsünüz. Bu süreçte meslek açısından olumsuz motivasyona uğrarsınız, özgüveniniz yıkılır. Hele bir de akademik kariyeriniz varsa öğrencilerinizin ya da asistanlarınızın bakışlarından olumsuz çıkarımlarda bulunursunuz, paranoyak fikirleriniz gelişir. Diğer yandan, aleyhinize açılmış tazminat davasında hasta ya da hasta yakınlarınca talep edilen parasal değer uykularınızı kaçırır, çökkünlük yaşarsınız. Mahkeme ya da hâkim, sizinle ilgili kararını verip de sizin hatasız olduğunuzu, cezai ya da hukuki yaptırıma gerek olmadığını açıkladığında kendinizin ve sizi sevenlerin yaşadığı acılı sürecin hesabını sorayım dediğinizde buna hukuki yönden olanak olmadığını anlarsınız, kızarsınız. Dava edilmenin dayanılmaz ağırlığını tek başına taşımak zorundasınızdır.