4 Eylül Dünya Hayvan Hakları ve Hayvanları Koruma Günü’nde Kula’nın Anısına…..
Babamın babası, yani büyükbabam Sehrenkoğlu Emrullah. Biz kısaca Emrah Baba diyoruz. Ben ilkokul beşte iken gece yarısı köyden gelen haberle öğrendik öldüğünü, benimde ölümle ilk tanışmam böyle oldu. Esasen babaannem uzun süredir hastaydı, gece gelen haberci babama ölümden bahsetmiyor, babaannemin hastalığının ciddileştiğini söyleyerek köye gitmemiz gerektiğini söylüyor, babamda “anam öldü” diye üzüntülü sesle bizleri uykudan uyandırıp ablam ve annemle birlikte köye gitmek için hazırlıyorlar. Yıl 1966, evlerde telefon yok, Sarıkamış ile köyümüz Karahamza arası 20 kilometre, motorlu vasıta ile 20 dakikada, at veya öküz arabası ile bir saatte ulaşılıyor, haberleşme genelde ailenin gençlerinden birinin getirdiği haberle sağlanıyor. Gece 1-2 civarı olmalı köye vardığımızda, dedemin evinde iki ana giriş var. Birisi önünde mabeyini olan dedemin odasına girilen ilk kapı, ikincisi 3-4 metre kadar ileride ana eve giriş kapısı. Dedem ve babaannem büyük odada uyuyorlar, ahşaptan büyük bir karyolaları, yün döşek, yün yorgan ve kaz tüyü tek uzun ve geniş yastıkları var. Dedemin gündüz hayatı genelde kendi odasında geçiyor. Gelinler veya bekar halam yemeğini önüne getirmek veya abdest alacağı zaman ibrik ve leğeni hazırlayıp su dökmek için odasına giriyorlar. Misafir genelde bu odada ağırlanıyor. Ana evde ise iki ayrı oda var, evli iki küçük amcam ve bekar halamın odaları, bu odalar zemini toprak olan büyükçe bir salon diyebileceğimiz “havlu” olarak adlandırılan girişte sizi karşılayan penceresiz bir bölüme açılıyor. Havluda babaannemin erzak sandığı, kap-kacağın yer aldığı ahşap terekler, süt makinası, üzeri hasır, yün minder ve yastıklarla döşeli sekiler yer alıyor. Babaannem her zaman kilitli olan ve anahtarını kendisinden başka kimseye vermediği erzak sandığından ihtiyaçlara göre malzeme çıkarmak için havluya çıkıyor, gündüz ya en küçüğün bir büyüğü Şefik amcam ve karısı Farizet yengemin uyudukları odada ya da sıcak havalarda kapının önünde topraktan yapılmış ve turuncuya boyanmış merdiven şeklindeki dar toprak sekide oturuyor ve çoğu kez de kucağında en küçük torunlardan biri oluyordu. Miyase idi ismi, esmer tenliydi, bu nedenle yaşıtı olan anneannem “Kara Miyase” diye çağırırdı onu. Nerdeyse doksan dereceyi bulan bir kamburu vardı. Hep hasta olduğunu duyardım, ama doğrusu hastalığının ne olduğunu bilmiyorum. Emrah dedeme gelince, orta boylu, tıknaz, elinde hep bastonu olan ve kızdığı zaman karşısındakine bastonu fırlatan birisi olarak hatırlıyorum. Oldukça sert mizaçlı olmalı ki en büyük çocuğu olan babam bile kendisinden çok korkar ve çekinirdi. Hele gelinlerin ödü kopardı Emrah Babamdan. Hepsine bir isim takmıştı. Örneğin biz Sarıkamış’ta yaşadığımız ve Sarıkamış’ta köye göre daha batıda olduğu ve annemin de romatizması nedeniyle bacakları hep sarılı olduğundan anneme “yukarı topal”; babamın bir küçüğü İsrafil amcam da köye göre daha doğuda Selim’de oturdukları ve karısı Mani yengemin de (Gerçek ismi Zernişan idi ama biz Mani yenge diye bilirdik, ben gerçek ismini doktor olduktan sonra öğrenmiştim reçete yazarken, nedense bizim sülalede birçok kişinin lakabı vardı ve hep lakaplarıyla çağrılırlardı) doktor olduktan sonra “derin venöz yetmezlik” olduğunu anladığım kirli kan damarı tıkanıklığı nedeniyle her iki bacağı şiş olduğundan ona da “aşağı topal” derdi.
İşte biz 1966 yılının bir kış günü ailecek gece yarısı köye gittiğimizde Emrah Babamın odasının ağzına kadar insanla dolu olduğunu hatta bir kısım insanların dışarıda beklediğini görünce birisinin ölmüş olduğunu anladık. Babam kesinlikle babaannemin ölmüş olduğunu düşünmüş olmalı ki “ana” diye bağırarak büyük odaya girdi, ancak anası karşıda kadınların arasında oturuyor, ortada yerdeki halı ve onun üzerine serilmiş beyaz çarşaf üzerinde karnı biraz şişmiş ve üstüne başından ayağına kadar beyaz çarşaf örtülmüş, göbeğinin üzerine de karnının daha fazla şişmemesi için büyük bir bıçak yerleştirilmiş bir ölü yatıyordu. O güne kadar hiçbir hastalığı olmadığı için Emrah Baba’mın öleceği babam dahil hiçbirimizin aklına gelmemişti. Bu nedenle kısa bir süre şaşkınlık yaşayan babam ölünün yüzündeki çarşafı kaldırınca Emrah Baba’mı gördü ve olduğu yerde babasının üzerine yığıldı, aslan gibi boylu poslu babam küçücük bir çocuk gibi babasının ölüsü üzerine yumulmuş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, ilk kez ağladığını görüyordum babamın. Üçü kız, beşi erkek sekiz çocuk, elliye yakın torun sahibi Emrah Babamı henüz altmış yaşlarında kaybetmiştik. Biz torunlarını şımartmasa da çok severdi Emrah Babam. Her zaman cebinde taşıdığı akide şekerlerinden verirdi bizlere. Hasat sonrasında da harmanda gem sürdüğümüz, morbetlik (büyüklere getir götür işlerinde yardım eden küçükler) yaptığımız için, bakkaldan veya köye at sırtında Iğdır veya Kağızman’dan meyve getiren seyyar satıcılardan istediğimizi alabilelim diye kovalarımızı veya tenekelerimizi arpa veya buğday ile doldurarak harman sonu bizi ödüllendirirdi. Köyümüzde kışların çok uzun ve ağır geçmesi nedeniyle tarım mevsimi Haziran, Temmuz ve Ağustos olmak üzere 3 ayla sınırlıydı. Bu nedenle çok bir ürün yetişmez, genelde arpa, buğday, fiğ, yeşil mercimek, şeker pancarı ve patates Nisan sonu- Mayıs gibi ekilir, Ağustosta hasat yapılırdı. Hasatta elde edilen ürünlerden evin ve hayvanların ihtiyaçları ve tohumluk için ayrılır, geriye kalan arpa ve buğday Selim’de bulunan Ofise (Toprak Mahsulleri Ofisi) satılırdı. Ele geçen para ile de çay, şeker, gaz, ispirto, mest-lastik, pırtı (yatak çarşafı, yastık yorgan yüzü, çeyizlik işleme yapılacak patiska, giysiler için basma ve pazen yöresel ağızda “pırtı” olarak adlandırılırdı) alınırdı. Babamın süpermarket benzeri dükkanı olduğu için sonbaharda dükkanı eşyayla doldurur, köylüde alışverişini buradan yapardı. Rençberlik zamanı tüm amcalarım, yengelerim, halalarım, abla ve abilerim ve benden büyük kuzenlerim tarlada ve çayırda işin büyük kısmı olan ekin ekme, ot biçme, toplayıp katma yapma, sonra “macarka” adı verilen ahşap öküz arabaları ile harmana veya otlukların yapılacağı yerlere taşıma işlerini yaparlardı. Benim yaşıtlarım ve bende harmanda gem (döven) (Türk Dil Kurumu sözlüğünde “gem”in anlamı: atı yönetmek için, dizgine bağlı olarak atın ağzına takılan demir araç olmasına rağmen bizim köyde yöresel ağızda “gem”i hem bu anlamda hem de “döven” anlamında kullanırdık) sürer, öğlen molasında atları ve öküzleri harmanların oldukça uzağındaki çaya götürüp sulardık. Emrah Babam’ın en gözde atı olan “Kula” nın koşulduğu gemi sadece Şefik amcam kullanırdı, sulamaya da, Kula amcamdan başkasını üzerine bindirmediği için amcam götürürdü. Esasen harmanı gemle sürerken biz kız torunlar öküzlerin çektiği gemleri, erkek torunlarda atların çektiği gemleri sürerlerdi. Ben atların çektiği gemi sürmeye ve Kula’yı suya götürmeye çok özenirdim ama payıma hiçbir zaman Kula düşmez, bizim evin yani babamın atı “Eğri” düşerdi. Eğri boz renkli kısraktı, arka ayaklarına doğru sallanarak yürüdüğü için olsa gerek “Eğri” ismi takılmıştı. Kula neden kıymetli ve nazlıydı tam bilmiyorum ama benim hayallerimi süslerdi bir gün onun sırtında olmak. Diğer atlar gri veya siyahken Kula koyu sarı yelesi, uzun sırma gibi kuyruğu ve sarı kahverengimsi donu olan çok güzel bir attı. Çok mağrurdu. Tek sırtına bindirdiği kişi olan amcam yanına gittiğinde asla yüz vermez, binmesi için belini kırmaz, amcam sıçramak zorunda kalırdı. Bindikten sonra amcamın kamçı sallayışına göre değil kendi istediği hızla giderdi. Kamçılanmayı asla sevmezdi. Gem sürmek dışında bir diğer görevi de at tırpanına veya tırmığa koşulmaktı. At tırpanını genelde Şefik amcam, at tırmığını da Şeno bibim kullanırdı. Halaya bizim orada “bibi” derler, yukarıda bahsetmiştim sülalede kimse tam ismi ile çağrılmazdı, Şeno bibimin de gerçek ismi “Şengül” dü ama biz onu hep Şeno Bibi diye bilirdik. Hatta isminin Şengül olduğunu bile ben yıllar sonra üniversitede iken öğrenmiştim. Kula yer yıl tıpkı kendisi gibi bir tay doğururdu, tayları da onun gibi sırtına biri binsin istemezdi.
Emrah Babamın güzel atı Kula o öldükten sonra yıllarca yaşadı, ben üniversitede iken köye gittiğimde mutlaka Kula’yı görmek isterdim. Sonrasında Şefik Amcam hiç acı çekmeden yaşlılık nedeni ile ahırda uyuyormuş gibi öldüğünü ve en az üç kuşağa hizmet etmiş olan güzel Kula’mızı sonsuzluğa uğurladığını söyledi. Ben Emrah Babamı bir kez daha kaybetmiş gibi hissettim, gözümden birkaç damla yaş kendiliğinden yanaklarıma süzüldü. Bütün çocukluk ve ilk gençlik anılarım film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Gece rüyamda sırtında ben rüzgardan daha hızlı narin ve güzel bacakları yere değmiyormuş gibi dörtnala sonsuzluğa giden Kula’yı gördüm, çok istediğim ve hayallerimi süsleyen Kula’nın sırtına binip dörtnala gitme isteği rüyamda da olsa gerçekleşmişti.
3 yorum
Akademik Akıl ekibine çok teşekkür ederim fotoğraf için Kula nin kendisi olsa bu kadar benzerdi
Ülkü hanım güzel yazmışsınız, tebrik ederim. Yazınızı okuyunca çocukluk anılarıma gittim. Siyah doru karışımı olan posta, beyaz lekeleri olan bir atımız vardı. Adını ‘Karyağdı’ koymuştuk.
O çocukluğu ara ki bulasın şimdi!
Selamlar.
Teşekkür ederim okuyup beğendiğiniz için