Yazılı ve görsel basında her gün, hekimler ile ilgili, menfi propaganda amaçlı olabileceği ihtimalini de akla getiren birçok haber yer almaktadır. Bunlardan bazıları belki art niyetli olmakla birlikte, bazıları da hakikaten gerçeği yansıtmaktadır. Ancak genel olarak değerlendirildiğinde, toplumun gözünde hekimi aşağılamak, suçlamak ve şuur altında dahi mahkûm etmek için, şuurlu veya şuursuz, iradi ya da gayr-i iradi bir kampanyadır, sürüp gidiyor.
Hekimler ister istemez bundan etkilenmekte ve yapacağı en küçük muhtemel bir yanlışlıktan(!) dolayı mahkeme kapılarında süründürüleceği, tazminata mahkûm edileceği ya da hapisle cezalandırılacağı korkusunu yaşamaktadır.
Her canlıda var olan refleks hiç şüphesiz hekimde de vardır. Doğruluğu tartışılsa da, ister istemez negatif bir tutum içerisine giren hekim, toplumsal, mesleki, siyasi ve idari faktörlerin etkisi ile defansif tıbba yönlenebilmektedir. O da, hafızası, hatırası, duygusu ve endişesi olan insan nihayetinde… Korku dağları bekler! Zira doktorların düşmanı bir değil, bin değil!!!
Gazetelerden ve diğer basın organlarından, en basit hasta sevkinde bile ne denli problemler yaşandığını öğrenmekteyiz. Hastanın sevk edileceği hastaneden konfirmasyon almadan hekim hastasını sevk edememektedir. Gerek sevk eden, gerekse sevki kabul edecek olan hekimler, mevcut şartların hep hekimlerin aleyhine cereyan etmesi sebebi ile bir an evvel hastadan kurtulmak ve çeşitli bahanelerle hastayı kabul etmemek yoluna gidebilmektedirler.
Diğer taraftan stabil hastalarla yatakları doldurup, performansını(!) yükselttikten sonra gönül rahatlığı ile “yatak yok” denilebilmektedir. Benim kafam, ne demekse, bu performans işine de bir türlü basmıyor ya… Neyse… “Sonunda tazminat ya da hapis cezası olabilecek bir müdahaleyi neden göze alayım?” düşüncesi ön plana çıkabilmektedir.
Zor-şer hastayı kabul eden hekim de, çeşitli alet-edevat, teknik, mekân, ameliyathane, yoğun bakım ve personel yetersizlik ve eksiklikleri bahanelerini öne sürerek, hasta için gerekli olan ameliyattan da imtina edebilmektedir.
Çok yakından tanıdığım birkaç meslektaşım, yaptıkları çok riskli ameliyatların komplikasyonları nedeni ile astronomik tazminatlara mahkûm edildiler. Şimdi bu cerrahlardan bırakın yüksek riskli bir ameliyatı, sıradan bir cerrahi müdahaleyi bile gönül rahatlığı ile yapmalarını nasıl bekleyebilirsiniz? Kendimizi onların yerine koyup düşündüğümüzde, hangi psikolojik tablo içerisine girebileceğimizi hayal bile etmek istemiyorum.
Çok ağır hastalar bir yana, kişi ister sağlıklı olsun, ister hasta olsun, adımını hastaneye attığı andan itibaren az ya da çok risk söz konusudur. Toplum bilinci ve gerçek hayattaki uygulamalar, bu riskten tamamen hekimi sorumlu tutan bir davranış sergilediği için, meslektaşlarım genelde, incelemeler, soruşturmalar ve mahkemeler ile uğraşmaktan, ailesinin, çoluğunun çocuğunun istikbalini tehlikeye ve riske atmaktan korkar duruma gelmiştir.
Bütün bunlardan dolayı erken yaşta emekli olan, hastaya el sürmekten imtina eden ve hatta hekimlik mesleğini bile bırakan birçok meslektaş tanıyorum. Bu yetişmiş insanları hizmetten koparan ve hekimi bir memur kafası ile değerlendirebilen, düşmanca tavır takınan zihniyet sürdüğü müddetçe bu kaçışlar devam edecektir.
Hafız Sami Efendi, hicazkâr makamındaki eseri ile, yaklaşık yüz yıl önce, bir taş plaktan, sanki meslektaşlarımızın bu günkü hal-i pür melallerini terennüm ediyor.
Derdime vâkıf değil cânân beni handân bilir.
Hakkı vardır şâd olanlar herkesi şâdân bilir.
Söylesem te’siri yok sussam gönül râzı değil,
Çektiğim âlâmı bir ben bir de Allah’ım bilir.