Bu yazı, dekan olarak atandıktan sonraki ilk yazım. Doğrusunu söylemek gerekirse, insan tuhaf bir sorumluluk duygusu taşıyor.
1998 yılında ilk kitabımın yayımlanmasından sonra her okuyuşumda bir bilgi hatası ile karşılaşacağım diye hep ürkmüşümdür. Çünkü kitlelere karşı bir sorumluluk taşırsınız ve bu da omzunuza bir yük olarak yüklenir. Bu da öyle bir duygu. Hayat zaten seçimler manzumesinden başka nedir ki? Ya yükün altına girersiniz veya girmez, kenarda durursunuz, hayat yanınızdan sizi ıskalar geçer.
Seçimlerimizi etkileyen ne çok etmen var. Sosyal, psikolojik etmenler seçimlerimizi yakından ilgilendirmekte. Öğretmen adaylarında Schwartz Değerler Ölçeği kullanılarak bir çalışma yapılmış. Çalışma sonucunda değerlerin yıllar içerisinde değiştiği ve resim öğretmenliği ile felsefe öğretmenliği arasında da farklılıklar gösterdiği gözlenmiş. Bu, çalışmadan küçük bir örnek sadece. Örneğin; İngilizce öğretmenlerinde hedonizm baskın değerken, fen ve teknoloji öğretmenliğinde güç, başarı, uyarılım öne çıkmış. Çalışma bana çok enteresan geldi. Fırsat bulup hekimlik mesleğine de bu çalışmayı uyarlamak gerekli.
Yaşam koşulları, beklentiler, değişen algılar seçimlerimizi de etkiliyor. Hem hekim hem de akademisyen olarak hayatı çok farklı pencerelerden görmek durumunda olduğumuza inanırım hep. Çünkü hekim olmak zaten insan ve insanlık algımızı bambaşka bir perspektifle etkilemekte. Uykuyu unutup kendimizi hastamıza adamamız, bazan tehlikeyi unutmamız ne kadar da normal bizler için. Çünkü iyiliksever olmak gibi baskın bir özelliğimiz var. Akademisyen olmaksa başka bir durum. Merak ediyorsunuz, araştırmak, sorgulamak ve ardından gitmek istiyorsunuz sorularınızın. Şüpheci oluyorsunuz.
Ne çok misyonumuz var hayatta. Nasıl seçim yapacağız? Performans yaparken, özel hasta bakarken sorularımızın ardından ne zaman gideceğiz veya gidebilecek miyiz? Nasıl seçim yapacağız? Seçimlerimizi neler etkileyecek? Eğer akademiyi seçmezse gençler, nasıl bir geleceğimiz olacak? Yayın sayımız ve kalitesi gitgide düşecek mi? Yoksa bir mucize mi olacak? Birileri “Bir dakika, durun!” diyecek mi? “Hey arkadaşlar, sizin birinci vazifeniz bilimsel çalışma yapmak!” diyecek mi? Olur mu ki?
Genç meslektaşlarıma sordum: “On yıl sonra kendinizi ve kurumumuzu nerede görüyorsunuz, nasıl olacak?” Karamsarlık beni ürküttü. Biz ne yaptık da insanımızın umudunu çaldık? Hangi ara bu umutsuzluk hastalığına yakalandık? Acaba akademisyen olmak para edecek mi? Değer görecek mi?
Üniversiteye akademik kariyer yapmak için gelen tüm gençler ve bir zamanlar da bizler, seçim yaptık. Değerler ölçeğine vursak büyük olasılıkla başarı, iyilikseverlik, evrensellik gibi değer yargıları ön planda olacaktır. O halde akademiye verilen önem neden azaldı? Bu sadece bizim değer yargılarımızdaki değişimle ilgili olmasa gerek. Toplumsal bakış açısındaki değişim, otoritelerin tutumu muhtemelen bizim değer yargılarımızı da etkiledi.
Daha kaç yıl kaybedeceğiz? Kaç yüzyıla daha geriden bakacağız? Bilginin bu dünyadaki en kıymetli şey olduğunu anladığımızda çok geç olacak mı? Artık bilgiyi sadece öğrenen değil de üreten toplum ne zaman olacağız? Kırk beş patent alan öğretim üyesine ve en çok çalışma yapan, çalışması yüzlerce atıf alan, ama muayenehanesi olan akademisyene ne ödül vereceğiz? Umurumuzda mı?
Geleceğin bugünden iyi olması için, gençlerin bizden çok daha ileriye gitmesi için, insanımızın daha iyi yaşaması için, daha iyi bir dünyaya katkı sağlamak için daha fazla değer gören bir akademisyenlik modeline ihtiyaç var.
Ne dersiniz, bizden de Nobel Tıp Ödülü alan çıkar mı? Umarım bizim fakülteden olur!
Saygılarımla…