Nobel ödüllerine layık görülen bilim insanları arasında çok sayıda Musevi kökenli bilim insanıyla karşılaşınca bunun nedenini sorgulama gereği hissettim. Bir komplo teorisinden veya ödül komitesinin uyguladığı pozitif ayrımcılıktan öte bir durumdu bu. Ödül alan bilim insanlarını başarılı kılan bir eğitim ekolü olmalıydı. Başarılı olduğu kadar değerli insan yetiştirmenin önemini ele alacağımız bu yazıda eğitim sistemi içerisinde insan yetiştirme yaklaşımımızın doğasını inceleyeceğiz. Değerli insan yetiştirme tahayyülüne odaklanan bu yazı, bir toplumu öne çıkarıp onu övmekten ziyade, bu ekolün iyi taraflarını belirleyerek kendi eğitim politikalarımıza eklemleme amacını taşımaktadır.
Normatif bir bilim olan eğitim, insanın var olan yeterliklerini artırarak geleceğin toplumuna katkı sağlaması ilkesi üzerine kuruludur. Bu yönüyle eğitim, olması gerekenle ilgilidir. İnsana odaklanan eğitim, onu daha önceden öngörülen belirli bir hedefe ulaştırmak için biçimlendirmeye çalışır. Oldukça dinamik gelişen bu biçimlenme sürecini etkileyen pek çok unsur (aile, yakın çevre, ekonomi, sosyal ve siyasal yapı, din vb.) bulunur. Kontrol edilmesi oldukça zor olan bu unsurların her biri kendine has öğrenme içerikleri sunan “gizli eğitici”lerdir. Gizli eğiticilere maruz kalan eğitim sistemi dünyanın hiçbir yerinde hiçbir zaman hedeflerini tam olarak yerine getiremez. Bu açıdan eğitim sisteminde amaçların gerçekleştirilememesinin nedenlerini öğretim yöntemlerinde, öğretim materyallerinde, okulda veya öğretmende aramak büyük bir yanılgı yaratacaktır. Ülkemizde bir dönem sürdürülen ve başarı yakalayamayan onlarca projede olduğu gibi, eğitime ilişkin tüm yenileştirme faaliyetlerinin anılan yanılgı üzerine inşa edildiği söylenebilir. Bu başarısızlığın nedenlerini eğitim sürecini inşa ederken kullandığımız mantıksal mekanizmalarda aramak gerekir.
Sosyal bilimlerin aksine fen ve mühendislik gibi bilimlerin daha üretken ve gelişmiş olduğu iddia edilebilir. Bunun nedenleri arasında bu bilim alanlarında var olan sorunları çözümleyecek yeterli sayıda değişkenin biliniyor ve hâlihazırda kontrol ediliyor olmasıdır. Bu alanlara zerk eden değişkenlerin büyük oranda kontrol edilebiliyor olması, onların yeni gelişmelere uyum sağlayıp bunları içselleştirmesini de kolaylaştırır. Bu açıdan fen ve mühendislik gibi değişkenlerin kontrol altına alınabildiği bilimleri statik olarak kabul etmek mümkündür. Oysa eğitim bilimi statik değil, oldukça dinamik bir bilimdir ve statik sistemleri betimlemede kullanılan bilimsel yöntemler, eğitim sisteminde aynı ölçüde etkili olmamaktadır. Özetle, insanı ve bu dolayımda eğitimi statik bir sistemmiş gibi görüp tüm süreci basit bu şekilde işletmek tarihsel süreçte başarılı sağlamamıştır.
Çağın gerektirdiği ‘sorunlar karşısında yaratıcı çözümler üreten’ insanın yetiştirilebilmesi için eğitim sürecinde üzerinde çokça durulan ‘eleştirel düşünce’ ve ‘problem çözme’ gibi yöntemlerin etkisinin azaltılması gerekir. Eleştirel düşünme, yaşadığımız sorunların çözümü ve toplumu daha ileri bir noktaya iletmek için gerekli olan tasarlayıcı, yaratıcı ve üretici unsurlardan yoksundur. Eleştirel düşünme, belirli bir hususa odaklanarak onun zayıf yönlerini yakalama ve tartışma alanını bu zayıflıklar üzerinde tutarlı şekilde kurgulamaya dayanır. Tutarlılığı esas alan eleştirel akıl, eksikliklere odaklandığından yalnızca var olan sorunlara yeni sorunlar üretme potansiyeline sahip olacaktır. Eleştirdiğiniz konu hakkında olması gerekeni önermek için tasarım yapmanız gereklidir. Tasarım yapabilmek için yapıcı ve yaratıcı düşünceden yararlanırsınız. Bu noktada ‘eleştiremediğimiz şeyi nasıl değiştirip geliştireceğiz?’ sorusu akla gelebilir. Bu ise sistemdeki temel eksikliği belirler. Eğer gelişme için hataların veya yanlışların düzeltilmesine dayanırsak hiçbir yanlışı görmediğimizde düzeltecek bir şeyde ortada kalmaz; hiçbir yanlış göremezsek hiçbir gelişme de sağlayamayız.
Hataları bulma ve bunları düzeltme üzerine kurulu olan problem çözme ve eleştirel düşünme, aynı düşünsel ekole dayanır. Başarıyı totem haline getiren bu anlayışta değişme, var olan sorunun çözümü üzerine kurulur. İnsan, başarı odaklı bir mekanizma gibi düşünülerek mükemmelleştirilmeye çalışılır. Ancak eğitim sistemi insana değer kattığı ölçüde başarılıdır. Bu noktada ‘insanı değerli kılacak veya ondaki değeri yükseltecek olan şey nedir?’ sorusu akla gelmektedir.
Yaşadığımız modern dönemlerde sonu getirilemeyen savaşlar, şiddet, yağma ve diğer suçların azalmak yerine artma eğiliminde olması ve onca modernleşme girişimi ve sunulan yüksek nitelikli eğitime rağmen insanın ilkel yönünü koruduğunu görürüz. Ulaştığımız teknolojik düzeyin çok altında kalan insanlık için hala şiddet ve cinselliğin ana motivasyon kaynağı olması üzücüdür. Bu durum bizi insan yetiştirme sorununa yöneltirken, bu yönde geliştirdiğimiz onca politika, yöntem ve stratejiyi yeniden gözden geçirmeye mahkûm ediyor.
Pozitivizmin yükselişiyle birlikte yaşamı devam ettirecek beceri ve yeterliklerle donatma zorunluğu, toplumları bir tercihle yüzleştiriyor: Zihin ve ruhun eğitimi ile beceri eğitimi. Toplumları bu tür bir seçime zorlayan temel düşünce, fen ve mühendislik gibi alanlar olmadan yaşanabilir bir dünya kurulamayacağı; oysa müzik, resim, felsefe, sanat, etik, edebiyat vb. alanlar olmaksızın da bir dünya kurulabilir. Bu görüşün tersi de sorunludur; yani fen ve mühendislik olmadan, salt sosyal bilimlerin öncülüğünde bir dünya tahayyül edilemez. Bu açıdan yaşanabilir bir dünya kurmak için insanın tarihsel süreçte üretegeldiği bilgi biçimlerinin hepsinin eşit önemde işe koşulması gerekiyor. Bu bilgi biçimlerinden birinin noksanlığı kendini çoğu kez açığa çıkarıyor. İnsanın kaba, vahşi ve şiddet yüklü acımasızlığında sanat, etik, din gibi bilgi biçimlerinin eksikliği hiç mi yok? Estetik ve etik bilgi eksikliği, toplum düzeninde görülen kabalık ve çürümeye hiç mi yansımıyor?
İnsanı insan yapan bu gibi bilgi biçimlerinin eğitim sistemine yeterli düzeyde zerk edilmeyişi ya da beceriye odaklanırken zihin ve estetiğin ihmal edilmesi hep benzer pozitivist zihniyetin ürünü. Burada kastım değerler eğitimi değil; takdir gören, başarılı ve değer verilen bir insan modeli yaratmak için gerekli temel motivasyonun ne olduğu. Bu noktada yazının başında anılan Musevi toplumu gibi bazı toplumların diğerlerine göre daha ileride olduğunu görüyoruz. Onları üstün kılan anlayış nedir? İnsan yetiştirmedeki başarının sırrı ne olabilir?
Çalışmanın önemi ve çalışkan kişilerin toplum tarafından desteklenmesi dünyanın her yerinde önemsenirken, Musevi toplumunda çalışmak ana değer olarak karşımıza çıkar. Kendi becerisinin farkında olan ve bunu geliştirmek için azim ve sabırla çalışan bir insanın eninde sonunda istediğine kavuşacağına dair öğretiden güç alan Musevi toplumu, çalışan kişiler için alternatifler üretmeye ve onları tüm enerjileriyle desteklemeye çalışır. Musevi toplumunun özümsediği çalışma duygusu, toplumun bir bölümünü üretici yaparak diğerlerini bunlardan beslenen canlılar haline dönüştürmeye çalışan liberal toplum hayalinden oldukça farklıdır.
Çağlar boyunca Avrupa’da mülk edinmeleri yasaklanan, ordu ve bürokrasi gibi alanlardan dışlanan Musevi toplumu ticaret ve bilime yönelmiştir. Yaşadıkları ülkenin toplumsal yaşamına uyum sağlamakta zorlanmayan Museviler, kendilerini topluma ticaret ve bilimle kabul ettirmeyi politika haline getirdi. Bilime ve çalışmaya yüklenen derin anlam, Musevi toplumlarının belirli alanlarda oldukça yetkin bilim insanları yetiştirmesini sağladı. Bilgili olduğu ölçüde yetkin ve değerli olan bilim insanları on dokuzuncu yüzyıl boyunca dünyanın çeşitli ülkelerinde bürokrasi de dâhil olmak üzere pek çok alanda istihdam edildi. Bu süreç kendi habitusunu yarattı ve ticaret ile bilimdeki üstünlük giderek Musevilerin bir güç alanı oluşturmasını sağladı.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında yaşanan soykırım sonrasında çabuk toparlanan ve dünyanın farklı yerlerinden Filistin’e göç eden Museviler için yeni bir toplum inşa etme hayali hız kazandı. Çağdaş dünyanın bilim merkezini İsrail’de yeniden kurma düşüncesi, onların çalışkan olduğu kadar değerli insan yetiştirme projelerine daha fazla ilgi göstermeye başlamasına neden oldu. Sonuçta Musevi toplumu, liyakat ve hak edenin yükselebildiği bir bürokratik yapıya dayandırdıkları çalışma, başarı ve değer odaklı eğitim anlayışıyla dünyanın geri kalanından sıyrılarak bilim üreten ve bilgi ihraç eden bir noktaya geldi.
İspanyolların Endülüs’ü işgal ederken yaktıkları kütüphaneden Musevilerce kurtarılan 30 kitapla başlayan Rönesans, atomun parçalanmasına kadar giden bir süreci tetikledi. Günümüzde Nobel ve diğer bilim ödüllerinde söz sahibi ülke olmalarını sağlayan şey, kurdukları lobicilikten öte, bilime ve çalışmaya verdikleri önem belli ki. Bu toplumdan çıkan yetişmiş iş gücünü değerli kılan onların Musevi olması değil, bilgi ve çalışkanlıklarıyla yaratıcı düşünceyi içselleştirmiş olmaları. Değer odaklı anlayışta eleştirel düşünce ve problem çözme becerileri, yoğun emek isteyen yaratıcılık ve tasarım gibi daha farklı becerilerle birleştiriliyor. Buna ek olarak etik, estetik ve epistemolojik bilgi ve deneyim de yeni nesillere sürekli pompalanıyor. Topluma değer katan Musevi bilim insanlarının çoğu, yine bir Musevi bilim insanının himayesinde çalışmalarını sürdürüyor. Böylelikle bilgi akışı sağlanırken, nitelikli yeni nesillerin eğitilmesi de sağlanıyor. Birlikte çalışan, birlikte üreten ve yeni nesilleri desteklemekten çekinmeyen bu bilim topluluğunun tedrisatından geçenler de liyakat sahibi değerli şahsiyetler haline geliyor. Bu sayede her yeni gelişmede pay sahibi olanlar arasında mutlaka bir Musevi görüyoruz. Bilim ve teknolojideki gelişmelerde söz sahibi olup Nobel ödüllü bilim insanları veya dünyanın en değerli şirket CEO’larının çoğunun Musevi olması, bu toplumun bilime verdiği önemin ötesinde kendi toplumunu destekleme ve başarının sıkı çalışma ve sebat etmeyle mümkün olacağını göstermesi açısından da önemli.
Özetle, insanı değerli kılan bir eğitim sistemi oluşturmak için zihin, ruh ve beceri eğitimini birlikte kurgulamalıyız. Etik, estetik ve epistemolojik birikimden yoksun bir toplum, gelişmiş toplumlara bağımlı şekilde yaşam sürebilir. İnsanı değerli kılan şey onun ırkı, dini, dili veya aile geçmişi değil; çalışmaya yatkınlığı, bilgi birikimi ve rafine estetik zevkleridir. Eğitim sistemi içinden estetiği çıkarırsanız, ortaya tek-tip insanlar ve şehirler çıkar. Oysaki farklılıkları destekleyen ve farklı olanın kendi potansiyeline erişerek topluma değer üretmesini sağlayan bir anlayışa ihtiyacımız var. Herkesin aynı şekilde düşündüğü ve yaşadığı bir toplumda ilerleme yakalanamayacağı gibi böylesi bir toplum sürdürülebilir değildir. Eğitim sistemini değer odaklı kurgulayıp yeni nesillere çalışmanın önemi, azim ve sebat etmenin getirileri konusunda daha rasyonel öğretileri işe koşmalıyız.