Türkiye hakkında konuşuyor ve düşünüyoruz. Zaman zaman kaygı duyuyor, kimi zaman da geldiğimiz yerden hoşnut oluyoruz. Her şey değişiyor! Değişim iyi bir şey. Özellikle de gelişerek oluyorsa.
1980 Askeri Darbesi birçok alanda ağır travmalar yarattı. Bugün bile toplumsal sorunlarımızın arka planında darbenin olduğu yolundaki inancım sürmekte. Ancak, darbenin en ağır faturasının üniversitelere çıktığı konusundaki düşüncem bir sabit fikir hâlindedir. Bu darbenin sonucunda üniversiteler emir-komuta zinciri ile işleyen bir kurum hâline getirilmiştir. İşin en kötü yanı, mutlaka değişmesi gereken bazı kurallar gelenek, görenek ve sözde yasa hâline gelmiştir. Eğer ülkemizin gelişmiş bir ileri demokrasi ülkesi olmasını istiyorsak değişim üniversitelerde olmalı.
Sorunları nasıl sıralayabiliriz?
Kanımca ilk ve temel sorun, bizim oryantalist tutumumuzla ilişkilidir. Akademik kadrolar çok ama çok önemlidir. Geleceğin her alandaki insan kaynağı buralara uğramaktadır. İnsanları sadece teknisyen olarak gören ve onlara kitabi teknik bilgi veren bir kurum üniversite olamaz.
Aaa, evet olur. Ama meslek yüksekokulu olur!
Düşünen, sorgulayan, eleştirel bakış açısına sahip gençler ancak bu bakış açısına sahip akademik kadrolarca yetiştirilebilir. İddia ediyorum ki geleceğimiz buna bağlıdır. Biat kültürü ile yetişen insanlar geleceği nasıl yönlendirebilir? Bazen imalat hataları oluyor ve onlar akademik kadrolara dâhil ediliyor. Ama o genç akademisyenlerin bulundukları yerde var olabilmeleri ve yeşerebilmeleri öncüllerine sadakat ve biatla olmaktadır.
Elbette gitgide daha fazla insan başını dik tutabilmektedir. Ancak yol bu olmasa gerek.
Sormak istiyorum, kaç ana bilim dalı sadece çalışkan, nitelikli ve donanımlı olduğu için akademisyen almaktadır? Yoksa bu bir gönüldaşlık, yoldaşlık(!), fikirdaşlıkla mı olmaktadır?
Bundan neler çekti bu ülke? Koltuğu sağlamlaştırmak için akademik kadroların yönetim amirleri kendilerine göre seçimler yapmakta mıdırlar? Eğer böyle ise seçimin en önemli olduğu ana bilim dalı başkanları ve rektörler zan altında kalmazlar mı?
Tıp fakültelerinde akademik kadrolar tüm diğer akademik kadrolardan farklı bir şekilde teşkil edilmektedir. Yani ALES gibi bir sınav yoktur. Bunu sorgulamak borcumuzdur. Ancak bu da sorunu çözmez. Diğer alanlarda akademik kadro için doktora şartı vardır. Elbette tıpta da uzmanlık muadilidir, ancak eşiti değildir. İlan edilen kadrolara torpil olmadan başvuru yapıp atanabilen kaç akademisyen vardır? Eşit başarı düzeyinde iki kişi içinden referansı olanı seçmek ahlaki olabilir. Ama ya sadece eş, dost, ahbap veya geleceğe yatırımsa…
Yükseköğretim Kurulu(YÖK) Yasası’nda tüm yetki rektörlerdedir. Buna benzer yazıları dekan olmadan çok önce, hatta dekanlık diye bir kurumun varlığı umurumda bile olmadığı zamanlarda da yazdım (http://www.medimagazin.com.tr/authors/dilek-ozcengiz/tr-demokrasi-ve-universiteler-72-49-2665.html).
Türkiye’de sorun sistem değil, insan sorunudur. Aynı sistemle kurumların başarıları birbirlerinden farklı ise oturup düşünmek gerekiyor. Başarısız olan kişiler asla başarısızlıkları nedeni ile sorgulanmıyorlar.
“Ben yaptım oldu.” düşüncesinden daha antidemokratik ve saldırgan bir yaklaşım düşünemiyorum. Bir tek kişinin iki dudağı arasına sıkıştırılmış üniversite geleceği!
Eğer baştaki insan deneyimli, donanımlı, iyi niyetli ve elbette vizyon sahibi ise üniversiteler gelişiyor.
Ya aksi ise?
Üniversitelerde hesap verilebilirlik ortamının oluşturulması olmazsa olmazdır. Kurulların önemi tartışılamaz ve sorgulanamaz. Ancak bizde öyle mi?
Eleştiriyi yapıcı bile olsa saldırı olarak algılayan insan profili şüphe yok ki “Başüstüne efendim.” diyen kurul üyeleri arzu edecektir. Kurul üyeleri de yönetimin kendince atanırsa, gelişim nasıl olacak? Hataları kim görecek veya gösterecek?
Üniversiteler istihdam alanları değildir ve olmamalıdır da! Akademik eğilimi olmayan, geleceğini hiçbir alanda inşa yeteneği bulunmayan kişi benim evladımsa da istihdam edilmemelidir.
İşte tüm bunların gerçekleşebilmesi, ancak ya sağlam karakterle ya da sağlam gelenek, görenek ve yasal altyapı ile olur. Akademik kadroları şişirip, akademisyeni değersizleştirmekten gelecek nesiller bizleri sorumlu tutarlar ve haklı da çıkarlar.
Üniversitelerde artık yeni bir modelin konuşulma zamanının geldiğini bizzat YÖK’ün kendisinden duyuyor ve çok mutlu oluyorum. Ama değişim nasıl olacak? Bu değişimi hangi ölçülerle sağlayacağız?
Yayın çok önemli, ama tek ölçü olamaz. Çünkü etiği oluşmamış hâlâ. Ben binlerce hastaya anestezi verdim, cerrahla anlaşsam her cerrahi çalışmasına güzel hatırım için adımı yazsalar, kim bilir ne çok yayınım olurdu. Ama etik kurallar öyle demiyor. “Neden bu çalışmada adın var?” sorusunun yanıtı içimize sinerek verilmeli. Bu ayrı bir konu.
Üniversitelerin gelenek ve görenekleri yazılı olmayan değerler oluşturur. Bu her topluma her kültüre göre değişkenlik gösterebilir. Ama çalışmak, üretmek, başarılı olmak herhalde tüm kültürlerde ortak kabul görür. Başarılı insanların önündeki engelleri kaldırmak, onların gelişimlerine katkı sağlamak, üstün yetenekli genç bilim insanlarını kurumlarımıza çekmek yöneticilerin işi olmalıdır. Akademinin görevi insanlığın gelişimine katkı sağlayacak nesiller yetiştirmektir. Bu da ancak yansız, tarafsız, bilimsel görüş ve demokratik kafalarla olur. Pragmatizm ve popülizm gözlüğü takarsak görüşümüz değişir.
Üniversiteleri geldikleri kamu iktisadi teşekkülü kimliğinden kurtarmak, yapılması gerekenleri açık yüreklilikle ve tüm kaygılardan arınarak konuşmak, tartışmak insanımızın ve ülkemizin geleceği bakımından hayatidir.
Özgür bireyler yetiştirmekten korkmamalıyız. Özgürlükler sorumlulukları da birlikte getirir!
Saygılarımla…