İslâm dininin hükümlerinin bir kısmı dinin özünü, değişmez sabitelerini, genel geçerlerini oluştururlar.
Bunlar insanlığın temel ve evrensel ilkeleri olup nas (sübut ve delaleti katî) olarak ifade edilirler.
Bu doğrultuda söz konusu ilkeler insanlığın özünü, çekirdeğini ve aslını oluştururlar.
Çekirdek üzerinde bir tahribat düşünülemeyeceği gibi bu ilkelerde de bir tahribat düşünülemez.
Her ne olursa olsun şartlar, zaman ve ileri sürülen düşünceler bu ilkelere asla zarar veremezler.
Bunlar insanlığın anayasal mahiyetli temel ilkeleri olarak kabul edilirler.
Bu ilkelere yapılacak müdahale, fıtratın değişmesini gerektirir ki bu da fıtrat düzeninin bozulması anlamına gelir.
Bu naslara müdahale kişiliğe ve omurgaya müdahale olup bu müdahale, toplumların sonlarını hazırlayabilir.
Özellikle son zamanlarda ahkâmın değişmesi etrafında (dar veya geniş yorumlar) yapılarak bir dizi tartışma ortaya çıkmıştır.
Bu ilkede dile getirilen ve çağımızda da çeşitli yönleriyle tartışmalara sahne olan değişmenin boyutunun saha ve sınırları ne olacaktır?
Hukukun ihtiva ettiği bütün hükümler, herhangi bir sınırlama olmaksızın bu değişmeye tabi mi olacaktır?
Yoksa her türlü olumsuzluğa rağmen geçmişte hukuk adına konulan hükümler hiçbir değişikliğe tabi olmadan devam mı ettirilecektir?
Keza dünün toplumunun hukuki problemleri ile çağımız toplumunun hukuki problemleri nitelik ve nicelik bakımından aynı olmadığı da bilinmektedir.
İslâmî normlar, İslâm tarihinde görülen sosyal değişmelere paralel olarak değişime tabi olmuşlardır.
Örnek vermek gerekirse, bunu daha İslâm’ın ilk dönemlerinde naslardaki tedricilikte, Hz. Ömer’in içtihatlarında, Ebu Hanife’nin has lafızların bile makâsıdını gözeterek yaptığı yorumlarında, Şâfi’nin Bağdat ve Mısır’daki farklı içtihatlarında görebiliyoruz.
Bu noktadan hareketle sahabe ve müçtehitler; illet değiştiğinde hükmün de değişmesini, lafız ve makâsıd ilişkisini, örfün değişmesiyle hükmün de değişme anlayışı yanında hukuk ve din ayırımı da yapmışlardır.
Nitekim bu değişim Md 39’da, “ Zamanın değişmesi ile bazı hukuki hükümlerin değişmesi de inkâr olunamaz“ şeklinde ilkeselliğe de dönüştürülmüştür.
Bu değişimin yürürlüğü bugün ancak “ ehl-i sünnet ve’l cemaat’ yöntemiyle taban bulabilir.
Yoksa hadis gereği yolları yedi zira mı yapalım. Kâbe’ye himarla mı gidelim. Savaş için at mı biriktirelim. Denizde yelkenli gemi mi bekleyelim.
Ehl-i sünnet çağının giysi modeli de değildir.
Eh-li sünnet, Peygamberimiz (sav) vefat edince ümmetin dağılmaması için ve doğruyu bulmak için izlenilmesi gereken bir yoldur ve bir yöntemdir.
Yönetimde ve kararlarda doğrunun ve hakkın arayışı yöntemidir.
Şia doğruyu bulmak için, yönetenin ehlibeytten olması gerektiği, doğrunun ehlibeyt tarafının olduğu ilkesini benimsedi. Diğer grup ehl-i sünnet ve’l cemaat ilkesini benimsedi.
Yani müçtehitlerin veya Müslümanların ortak aklının doğruyu yakalamada esas alınması gerektiğini savunuldu.
Şûra ile icma, ortak akıl ve kolektif şuur esas alındı.
Desene ittifakla alınan karar, yahut nitelikli çoğunlukla alınan karar yahut da salt çoğunlukla alınan kararlar toplumsal kurallarda yürürlük ilkesi kabul edildi.
Peygamber masumdu, gerçek doğrunun tarafı idi.
Onun vefatından sonra böyle iki anlayış ortaya çıktı.
Bugün ehlisünnetin algısı, Emevilerden sonra adeta bilinçli bir makas değişimine sokulmuştur.
Bu gelenek halen devam etmektedir.
Yazıktır. Günahtır.
Bugün ehlisünnet algısı, Fırat nehrini geri akıtmak kadar zor hale gelmiştir.
Birlikte rahmet, ayrılıkta, azap vardır.
Araçlar, amaç yapılmasın.
Ataları ve babaları doğruya, ya akıl erdirememişseler?
Yine de babalarımızı, atalarımızı bu yolda bulduk mu diyecekler.
Farkında olmadan dinin önünde kütük olmasınlar.
Bir ışık görünce onu söndürmek için koşmasınlar.
Kendi cehaletlerini geçmişin değerlerine kalkan yapmasınlar.
Cehaletin tahsiline artık son verelim.
Saygılarımla.