Bilim ve teknolojideki gelişmeler, sosyal ve demografik değişim, tıp ile sosyal bilimler arasındaki bağın kopması ve tıbbın hümanizmadan uzaklaşması, sonuçta toplumun sağlık gereksinimlerinde bir değişiklik yaratmış bu da sağlık hizmeti sunumundaki bir değişikliği zorunlu kılmıştır. Bu sürece öğrenme psikolojisi alanındaki gelişmeler ve ölçme-değerlendirmede yaşanan gelişmeler ışık tutmuş ve tıp eğitiminde değişim zorunlu hale gelmiştir. Dünyada ve Türkiye’de tıp fakültelerinin büyük bir kısmı kökten reformlarla tıp eğitimini değiştirmiş, geriye kalan büyük bir kısmı da mevcut sistemde değişimler yapmıştır. Tüm tıp fakültelerin ancak yüzde 5 kadarı hiçbir değişiklik yapmadan eğitimini sürdürmektedir. Ancak bu değişmezliği sürdürmek mümkün olmamaktadır. Çünkü değişimin yaratacağı problemlerle başa çıkmak, stabil kalmaktan daha kolay ve sürdürülebilir bir durumdur. 1910 ve 1970 yılları arasında hakim olan “Tıp Eğitiminde Biyomedikal Yaklaşım Modeli” yani “Flexner Modeli” yerini “Topluma Dayalı Tıp Eğitimi” modeline terk etmiştir. Yani biyo-medikal bakış açısı yetersiz kalmış ve tıp eğitiminde biyomediko-sosyal dönem başlamıştır. Çünkü çağımız bilişim çağıdır ve usta-çırak eğitimi yüksek nitelikli hekim yetiştirilmesi için zayıf kalmaktadır. Tıp eğitiminde bilgi kadar önemli olan beceri eğitiminde de bilimsel ağırlılık arttırılmalı ve uygulamaların kalitesinde yüksek bir standart yakalanmalıdır.
Biyomedikal yaklaşım modelinde, sağlık sorunlarına “disiplin” temelli bir yaklaşım söz konusudur. Eğitim neredeyse tümüyle sınıflarda, laboratuarlarda ve 3. basamak hizmet veren tıp fakültesi hastanelerinde yürütülmekte ve öğrencilerin güncel tıp bilgisinden mahrum olmamaları kaygısıyla bilgi yükü giderek arttırılmaktadır. Bu dönemin öğrencileri ülke şartlarına göre en ileri tekniğin kullanıldığı fakülte hastanelerinin koşullarını çalışacağı bölgelerde de aramakta, bulamayınca da büyük merkezlerde toplanma eğilimi göstermektedir. Ayrıca tıp fakültesi öğrencileri, eğitim gördükleri fakültelerdeki hasta profili ile daha sonra karşılaştığı hastalar arasında bir benzerlik yakalayamamakta, bu durum da öğrencinin özgüven eksikliğine yol açmakta ve sonuçta öğrenciler bir an önce ihtisas yapma arzusu ile pratisyen hekimlikten uzaklaşmaktadır. White ve arkadaşlarının yaptıkları bir çalışmada tıp öğrencilerinin eğitimleri sırasında gördükleri hastaların toplumdaki hekimin gördüğü hasta yelpazesinin ancak yüzde 1’ini oluşturduğu saptanmıştır. Bu çok önemli bir sonuçtur. Bu durumda Dünya Sağlık Örgütü ve Dünya Tıp Eğitim Federasyonu, tıp fakültelerinin müfredatlarını yeniden ele almalarını istemiş ve tüm mezunların toplumun sağlık düzeyini yükseltecek şekilde donanmaları için tıp eğitimini değiştirme çağrısında bulunmuştur.
Böylece 1988 Edinburg Bildirgesi ile netleşen “Toplumun tüm kaynaklarını kullanarak eğitimin planlanması, sağlık öncelikleri esas alınarak müfredatın yapılanması ve etkin öğrenme yöntemlerinin kullanılması” söz konusu olmuştur.
Hâlâ “Neden değişim?” diyen tıp fakültesi öğretim üyelerinin bulunduğu gerçeği ile bunları hatırlatmak istedim. General Medical Council 1993’de geleceğin doktorlarını tanımlarken, yaşam boyu öğrenen, klinik ve sosyal bilimler arasında entegrasyon sağlayan, koruyucu hekimliğe önem veren, profesyonel yaklaşıma sahip bir hekim tiplemesi yapmıştır. Bu hekim modeli ancak toplumla yoğun ve etkin ilişkiyi erken kurabilen ve problem çözme becerisini eğitim yıllarında kazandıran bir tıp eğitimi ile başarılabilir. Saygılarımla.