“Akademik Akıl” sitesinin bu ayki konusu üzerinde sonsuz olasılıkları tartışabileceğimiz bir başlık olarak göründü bana. Cumhuriyet ve demokrasi kelimelerinin etimolojisi, kavramların tarihi ve güncel bazı tartışmaların muhtemelen birçok yazar tarafından tartışılacağını düşündüm. Bu kavramların içinde yaşadığımız düşünülürse, balığın suda yaşaması ve bunu kavramasının sorunlarına benzer bir sıkıntı yaşayacağımızı fark ettim. Kendini göremeyen göz gibi olağan hayatlarımızın sıradanlığında, günlük sıkıntılarımızın bu kavramlarla ilişkisi olabileceğini aklımıza bile getirmediğimizi düşündüm. Sonuçta, 29 Ekimde Cumhuriyet Bayramını kutlayıp ve seçimlerde oy kullanıyorduk değil mi? Hatta haberlerde veya akşam yayınlanan tartışma programlarında siyasi tartışmaları izlediğimiz için demokrasiyle bağımızın kuvvetli olduğu ve hatta demokrasiyi içselleştirdiğimizi düşünüyorduk. Gerçekte durum nedir? Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarını nasıl yaşadığımızın farkında mıyız?
Suda yaşayan bir balık gibi, içinde bulunduğumuz ortamı görmeye çalışmak bizi zorlayacaktır. Bu nedenle, bu ortamı görmeye çalışmak yerine bu ortamda nasıl davrandığımıza odaklanmak daha kolay ve anlaşılır olacaktır. Cumhuriyet ve demokrasiyi nasıl anlıyor, nasıl yaşıyoruz? Bunun, vatandaşların yaygın olarak ve belirli kurallar çerçevesinde iletişime girmek zorunda oldukları ortamlarda gözlenmesi daha kolay ve anlaşılır olacaktır. Bu tip örnekleri en kolay bulabileceğimiz alan ise sokaktır. Bir arada nasıl yaşadığımızın en iyi göstergelerini sokakta bulabiliriz. Özellikle trafikte…
Trafik toplumsal dinamiklerin anlaşılması için çok güzel bir eğretileme imkânı sunuyor. Bireylerin ve kurumların birbirleriyle belirli kurallar çerçevesinde etkileşiminin ve bu etkileşimden çıkan fayda ve sorunların hangi çerçevede ele alındığını izlemek, konumuzu irdelerken verimli olabilir. Ekonomi göstergelerine, sosyolojik analizlere, hukuk devletinin işleyişine ve bireyler arası ilişkilerin seyrine bakmak için bulabileceğimiz en mümbit toprak. Ülkemizde trafik uzun yıllardır çözülemeyen bir sorun. Özellikle büyük şehirlerde. Eskisinden farklı olarak, daha küçük illerde bile ciddi bir trafik yoğunluğu yaşanmaya başladığını gözlemliyoruz.
Öncelikle trafik dediğimiz keşmekeşin yaşandığı yolları ve yaşam alanlarını gözden geçirelim. Şehir içinde bazıları bulvarlar ve otoyollar olmak üzere büyük caddeler ve bunların yanında sokaklar ve yayaların yürüdüğü kaldırım ve diğer yaya yolları üzerinde yol alırız. İsmail Cem, “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi” adlı kitabında, bir ülkedeki yol ve araç ilişkisi üzerinde durur. Eğer yollar araçlardan iyiyse, devlet toplum aleyhine güçlenmiş, araçlar yollardan iyiyse ülkede bir zümre devlet ve toplumun geneli aleyhine güçlenmiş demektir. İdeal bir toplumda, yollar ve araçlar birbirine denk olmalıdır. Örneğin, ülkeleri derecede sanayileşmiş ve refah içindeyse, araç almak kolaylaşır, devlet alt yapı yatırımlarıyla kaliteli yollar yapmış olmalıdır. Benzer şekilde daha fakir ancak adaletli bir ülkede, daha kötü veya düşük segment araçlar sık görülmeli ve yol kalitesi de bununla paralel olmalıdır. Özellikle gelir dağılımın bozuk olduğu ve devlet otoritesinin tam kurulamadığı ülkelerde, çok kötü kalite yollarda giden lüks araçlara rastlanması alışıldık görüntülerdir. Ülkemizde, son yıllarda giderek artan yol kalitesi ve yapılan otoyollar ile alt yapı yatırımları açısından yol alındığı ve yolda giden araçların bu yollarla paralel denebilecek kalitede olduğu söylenebilir. Lakin halen yollarda seyreden çok sayıda eski araç olduğu ve yolların sık sık bakıma ihtiyaç gösterecek şekilde kolayca bozulduğu göz önüne alınırsa, ülkemizde ciddi oranda yoksulluğun olduğu saptaması yapılabilir. Eskiye kıyasla daha sık olarak gördüğümüz lüks araçlar ise toplumdaki gelir adaletsizliğin sokağa çıkmış hali saptaması yapılabilir. Yolların bu kadar kolay ve yaygın olarak bozulması ve onarıma ihtiyaç göstermesi yapılan yatırımlarda kötü kaliteli işler yapıldığının göstergesidir. Ülkemiz iş insanları yüksek kalite iş üretememektedirler. Bunun sebeplerini araştırmak başlı başına ayrı bir incelemeyi gerektirir.
Trafik denince ilk akla gelmeyen ancak aslında her şeyin merkezinde olması gereken yayalar bireyleri temsil eder. Muhtemelen bu yazıyı okuyan siz dâhil birçok kişi, trafik başlığında aklınıza yayaları getirmediniz öncelikle. Hâlbuki modern şehir hayatı dediğimizde merkeze yayaları almamız gerekmektedir. Yayaların aklımıza gelmeyişi, bireyin ne kadar ötelendiğinin, önemsenmediğinin kanıtı gibidir. Modern bir toplumda bireyin devlete karşı korunması ve sivil toplumun devleti kontrol etmesi öngörülmelidir. Ülkemizde bireye ne kadar değer verilmediğini, ne kadar kısıtlandığını görmek için çok uzağa gitmeniz gerekmez. Herhangi bir ilde ana caddelerde yürümeye çalışırsanız istemediğiniz kadar örnek bulabilirsiniz. Yayalar için yürüme alanları kısıtlanmakta ve hatta araçlar park edebilmekte, yayaların karşıdan karşıya geçmeleri trafik ışıklarında bile yeterince güvenle olamamaktadır. Hele bir de bisiklet kullanmak istiyorsanız şehir sizin için tehlikeli bir yer haline gelir, canınızı kaybedebilirsiniz. Engelli bir vatandaş için yollar tam bir cehennem halini alabilir. Bu ortam, demokrasinin işleyişini bize gayet iyi gösterir. Bireyin yok sayıldığı bir ortamda nasıl işleyemediğini daha doğrusu…
Yayalar ile araçların ilişkisi de toplum kesimleri arasındaki ilişkini iyi bir modeli sayılabilir. Trafik ile ilgili en önemli sorunlardan birine Le Corbusier, “Atina Anlaşması” adıyla yayınlanan bir toplantı sonuç metninde dikkat çekmiştir. Ortalama 80 kilometre hızla gitmekte olan araç ile 4-5 kilometre hızla gitmekte olan yayanın aynı trafiğe girmesi bir sorundur. Avrupa şehirlerine gittiğinizde, araçların yayalara saygılı şekilde yol verdiğini gören Türk turistlerin şaşkınlığı ülkelerine dönüp direksiyon başına geçtiklerinde geçmektedir. Genel olarak güçlünün tahakkümü olarak nitelenebilecek şekilde, araçların yayalara yer bırakmadıkları ve yayaların da her tür imkânı kullanarak kendilerine bırakılan alanı suiistimal ettikleri görülmektedir. Trafikte araçlar ve yayalar arasındaki ilişki ülkede güçlünün kuralsız şekilde güçsüz üzerinde tahakküm kurmasının modellemesi gibidir. Bireyi merkeze almayan ve korumayan bir cumhuriyetin demokrasiyi işletmesi mümkün değildir. Burada yayaların,, ötelendikleri ortamdaki davranışlarını izleme de ilginç gözlemler sağlamaktadır. İster Kadıköy’de Rıhtım Caddesi’ne çıkın ister Bağcılar’da Bankalar Caddesi’nde gezinin, yayaların kontrolsüz bir şekilde araç yoluna çıkmak eğiliminde olduklarını, trafik ışığı olan yerlerde bile bazen hayatlarını tehlikeye atacak şekilde yola atladıklarını görürsünüz. Bu durum, ötelenen ve yok sayılan bireyin acınası bir var olma çabasına benzemekle beraber intihar nitelikli tabiatı nedeniyle eleştirilmelidir. Ancak ülkemiz insanının var olma ve ötelenmeye karşı yükselttiği itirazın ne kadar acemice ve kısık bir çığlık olduğunu bize gösterir. Araçlar karşısında ezilen ve yok sayılan yayaların birbirlerine gösterdikleri tavır öğrendikleri şekildedir: Birbirini yok sayıcı şekilde. Herhangi bir ilimizde yürürken karşıdan birinin size omuz atması garip değildir. Bir kadın olarak Nişantaşı gibi bir semtte yürürken dahi taciz edilebilirsiniz. Çocuklar, şehrin caddelerinde çok da güvenle gezinemezler. Bu ortamın, ileri bir demokrasi göstergesi olmadığını söylemeye gerek var mı?
Trafikle ilgili esas ilginç gözlem araçlar arası ilişkidir. Araçların trafik kurallarına ne kadar uymadıkları hepimizin malumudur. Bundan şikâyet eden bu satırların yazarı dâhil olmak üzere her birimizin kuralları ne kadar ihlal ettiği ise kendileri tarafından göz ardı edilmektedir. Aracına yaya olarak giderken, yukarıda tarif edilen şekilde ötelenen kişi, direksiyon başına geçtiğinde beş dakika önce yan yana yürüdüğü yayaların üstüne doğru sürer arabasını ve onlara kızar, yaşam alanlarını çok görür. Bu satırların yazarı da bu tariften muaf değildir. Muhtemelen demokrasimizin de en önemli sorununu bu oluşturmaktadır. Her birimiz, araç kullanırken yol hakkının bize ait olduğu, geçiş önceliğini kullandığımız ve beklemeden hızlı bir şekilde gideceğimiz yere ulaştığımız bir yolculuk isteriz. Ancak, pratikte bunu sağlamak üzere tasarlanmış ve yerleşik olan uluslar arası geçerli trafik kurallarına uymak istemeyiz. Hatta bazılarının şu tür itirazları olur: “Bu kurallar belki Batı ülkelerinde geçerli olabilir ancak buranın ortamı farklı. İnsan yapısı nedeniyle bu kurallar burada geçerli olamaz.” Hâlbuki buradan Avrupa’ya giden insanların o ülkelerde bu kurallara ne kadar kolay uyduklarını görünce hiç şaşırmaz bu itirazı yapan kişiler. Orada kurallara uyan kişi burada neden uyamaz? Orada düzeni sağlayan kurallar neden burada kolayca çiğnenir? Örneğin, şerit değiştirme meselesini ele alalım. Otoyolda, üç şeritli bir yolda gittiğimizi farz edelim. Standart bir seyir halindeyseniz orta şeritte çok da değişken olmayan bir hızda seyir halinde olmanız beklenir. Yavaş giden veya duraklayan bir araç nedeniyle şeridinde yavaşlama veya duraklayan bir araç, sağındaki veya solundaki şeride geçmek ister ve bunu yaparken o şeritteki hızı veya o şeridin yoğunluğunu göz önüne almadan gözüne kestirdiği şeride geçer. Bu geçişin o şeritteki seyri bozması, geçen araçtaki şoförün hiç umurunda değildir. Şeritler arası geçişi yaparken sinyal vermek trafik kuralları açısından bir gereklilik olmasına rağmen ülkemiz yollarında şoförün inisiyatifinde görülmektedir. Sollamak başlığı üstüne ayrı bir yazı yazmak gerekir aslında ancak konumuzla çok ilgili örnekler bulmak mümkün. Öncelikle, sollamak ile ilgili kurallara yaygın olarak uyulmadığı açıktır. Sürücüler, kendileri kadar diğerlerinin can güvenliğini tehlikeye atacak şekilde sollama yapmakta, bununla ilgili ceza aldıklarında bu cezayı haksız bulmaktadırlar. Benzer şekilde hız sınırlaması, alkollü araç kullanımı ve diğer nedenlerle ceza alan sürücülerin itirazları bize beraber yaşamak konusunda ne kadar acemi olduğumuzu ve öğrenemediğimizi göstermektedir. Yakalandığımızda üzüldüğümüz veya kızdığımız şey kuralları çiğnemek değil, yakalanmış olmaktır. Sistemin hâkimleri bize kurallara uymayı değil, bozuyorsak yakalanmamayı veya her ne yapıyorsak sessizce yapmayı öğütlemektedirler. Kurallara uymakta bu kadar zorlanmak, kuralları anlamamak ve eğitimsizlik ile ilgili değildir. Kurallara inanmamak ve kurallara uymanın faydadan çok zarar getireceğini öngörmek (veya bazen görmek) nedeniyle kurallara uyulmadığını görmekteyiz. Kurallara uymamanın bir karşılığı olmadığı ve kurallara uymanın bir faydası olmadığı sürece beraber yaşamak daha ilkel dürtülerle yönlendirilecektir. Güçlü olanın kazandığı ve gemisini yürütenin kaptan olduğu bir sürecin beraber yaşamaya katkısı müspet olmasa da sonuç bu minvalde gerçekleşecektir. Yaya olarak, yani bir birey olarak sorumluluk almayan şoför, aracına geçtiğinde de sorumluluk almaktan kaçmaktadır. Bir kaza geçirip de kendini suçlayan kimseye rastlayamayız; ya yollar bozuktur ya da karşıdan gelen kural ihlali yapmıştır.
O halde cumhuriyet bize ne kazandırdı? Cumhuriyet sayesinde çoğumuz hayat standartlarımızı daha üst düzeye taşıma imkânı bulabildik. Bunu araç sayısının artmasında görebiliyoruz. Hatta bireysel çabalar dâhilinde daha üst sosyal sınıflara tırmanma imkânı herkese tanınmış oldu. Bunu da ülkemizdeki araçların kaliteli ve yeni araçlardan oluşma oranlarında tespit edebiliyoruz. Ancak, mevcut sistemde bu hareketliliği kısıtlayan uygulamalar olduğu, bireye ayrılan alanın kısıtlandığı ve güçlü olanın avantajının adaletsiz ölçüde geçerli olabildiği görülmektedir. Bu durumun, trafikte güvenliği tehdit ettiği görülmelidir. Kurallara uymadan istediğimiz gibi otoyolda makas artarsak, yayaları yok sayarak kendi yol almamız haricinde hiçbir şeyi umursamadığımız zaman yol tıkanıyor ne yazık ki. Tıpkı bir türlü işletemediğimiz ve makbul olmayanları veya gücümüz yetenleri ezebildiğimiz yarım yamalak demokrasimiz gibi, trafiğimiz de tıkanıyor. Demokrasi şeridinde yolu takip etmek bazen cidden çok zorlaşıyor.