Türkiye’nin ciddi sorunlarla yüzleştiğini ve bu sorunların çözümü için “yeni atılımlara” ihtiyaç duyduğunu gözlemliyoruz. Son zamanlarda Türk toplumu siyasal, kültürel ve ekonomik modernlikler açısından radikal sayılabilecek değişimler yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Kuruluş ve kurumsallaşma aşamalarında siyasal modernlik olarak öngörülen parlamenter cumhuriyet, yakın zamanda halkoylamasıyla başkanlık rejimine dönüştü. Bu değişim toplumun ekseriyetinin üzerinde uzlaştığı bir değişim olmadı. Aksine toplumun neredeyse yarısının desteklemediği bir değişim oldu. Haliyle bu değişimin getirdiği sancı devam ediyor. Siyasal değişim kuşkusuz kültürel ve ekonomik sahalarda da yeni değişimleri tetikledi.
Vahim Soru!
Bu “değişimlerin” toplumun dengesini sarstığı muhakkak. Toplum, her ne kadar, farklı hatta karşıt ekonomik çıkar gruplarını, inanç topluluklarını, siyasal tutumları bünyesinde muhafaza etse de, varlığını devam ettirmesinin vazgeçilmez temeli; onun bir dengeye sahip olmasıdır. Toplumun dengesi eğer sarsılır ve sonuçta bozulursa, bu kendi varlığı açısından ciddi bir tehdidin veya krizin varlığına işaret eder. Toplumun dengesinin bozulduğu süreçlerin en vahim sorusu; toplum olarak birlikte yaşayıp yaşamayacağımız sorusudur. Bizim de bugünkü en vahim sorumuzun bu sözü edilen soru olduğu tartışılabilir. Türk toplumunun yapısal özelliklerinde değişimler yaşanmaktadır ama, bu değişimlerin yeni bir toplumu yapılaştıramadığının ve bizi mevcut yapılaşmadan da artık söz edilemeyecek bir noktaya sürüklediğinin emareleri mevcuttur. Böyle “tarihi” dönüm noktalarında toplumlar ya yeniden yapılanma sürecini başarıyla tamamlar ve varlığını sağlıklı olarak korur ya da ne yazık ki sorunlar yumağı haline gelebilir. Yeniden yapılanmanın, bugün, asli ihtiyaç olduğunu ve bu ihtiyacın hem toplumsal kurumların yeniden yapılanmasını hem de ayrışmış toplumun yeniden büyük bir uzlaşıda buluşmasını gerekli kıldığını tartışabiliriz.
Oldukça uzun süredir devam eden bir süreç, artık öyle bir aşamaya geldi ki, bu aşamanın hem toplumsal kurumların yeniden düzenlenmesini hem de yeniden büyük bir toplumsal uzlaşıyı gerektirdiği çok aşikar. Kutuplaşmayı, karşıtlığı, kavgayı kendi hedeflerine ulaşma yolunda temel araçlar olarak kullanan siyasal-kültürel-ekonomik “güçler” artık “toplumsalın” zedelendiğinin yani aynı toplumda yaşadığımıza dair bireylerdeki bilincin “felce” uğradığının farkına varmak zorundalar. Yeniden büyük bir uzlaşıya duyduğumuz ihtiyaç, toplumsal kurumların yeniden yapılanması ihtiyacıyla birlikte, diğer bütün ihtiyaçlarımızdan öncelikli bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın karşılanmaması durumunda, zaten hali hazırda ayrışmış toplumun sorunlar yumağına dönüşmesine tanıklık edilmesi uzak bir olasılık değildir.
Büyük Uzlaşı İhtiyacı
Yaşanan değişimlerin iyi yönetilmesi ve toplumun sarsılan dengesi üzerinde hassasiyetle durulması gerekirken, bütün “cepheler” kendi penceresinden yalnızca kendi cephesinin toplumun esasını oluşturduğu iddiasına tutunarak siyaset ürettikleri için yukarıda ifade ettiğim büyük meselenin farkında değiller. Dengesi sarsılan bir toplum için büyük meselenin yeniden uzlaşmak ve toplumu savunmak meselesi olduğunu görmemek gerçekten bir tür akıl tutulmasına işaret etmektedir. Hiçbir mahallenin kazanamayacağı mahalleler arası “savaşa” son verilmesi, esas itibariyle, yeniden uzlaşmak sayesinde mümkündür ve bunun için “yıkıcı öznelikten” kurtulmak ve “özneler-arasılığı” yeşertecek olan “bozulmamış iletişimin” savunusu gerekmektedir.
Esasında oldukça uzun bir süredir yaşanan olaylar, Türkiye’nin yeniden büyük bir uzlaşıya ihtiyaç duyduğunu hepimizin gözüne soktu. “Yeniden büyük bir uzlaşıya” ihtiyaç duyduğumuz gerçekliği, eleştiriye ya da yoruma açık olsa da hiç kimsenin ya da hiçbir mahallenin göz ardı edebileceği bir gerçeklik değildir. Keskin çizgilerle mahallelere ayrılan bir toplumun kelimenin gerçek anlamıyla bir toplum olamadığını/olamayacağını görmek zorundayız. Keskin olarak mahallelere ayrılmak, kendisiyle birlikte onmaz başka sorunları yaratmaktadır. Bu sorunlardan ilki kuşkusuz ki bozulmamış bir iletişimin gerçekleşme olasılığının tükenmesidir. Her mahallenin kendi dilini kullanması ve ulusal bir iletişim dilinin baltalanması bir tür Orta Çağcılaşmayı dayatmaktadır. Kendi içine kapanan ve diğer mahalleyi ya da mahalleleri ülkenin sahipliği açısından yok sayan mahalle hayatı esas itibariyle toplumsal bütünleşmeyi temelden tehlikeye sokmaktadır. Memleketin tek sahibinin kendi mahallesi olduğuna inananların toplum halinde birlikte yaşamanın temellerini ateşe attığı muhakkaktır. Ne liyakat, ne fırsat eşitliği, ne de demokrasi bu insanların hayatında merkezi bir yer işgal edebilir. Hal böyle olunca da topluma bir denge hatta bir bütünlük olarak bakabilecek yaklaşımın yeşermesini umut etmek, boş bir umut olmaktan öte geçemez.
Ortalamanın Zaferi
Ortaya çıkan ikinci sorun ise ortalamanın pohpohlanması sorunudur. Sadece kendi mahallesinin söylediğine kulak verenlerin doğru bilgiye, nesnel gerçekliğe değer vermeleri mümkün değildir. Bu durumda ise ortalamaya atfedilen değer, nitelikli olanlara atfedilen değeri küçültür ve en sonunda yok eder. Ortalamanın zafer kazandığı bir toplum hiçbir şekilde daha iyiye, daha güzele yönelemez. Yönelebileceği tek şey bilgi kirliliğinin ortalamanın zaferi adına tüm yaşam alanını işgal etmesidir. Doğrunun yanlışla ve hakikatin yalanla yer değiştirmesi böylece vuku bulur. Ortalamanın zaferi ve onu destekleyen bilgi kirliliği sonuç itibariyle çocukların ve genç kuşakların yetiştirilmesinde onulmaz sorunları gündeme getirir. Eğitim en temel sorunlardan biri haline gelir ve asıl işlevi olan bireyleri toplum halinde birlikte yaşatmak işlevini yitirip mahalleler arası çekişme alanına dönüşür. Eğitim kurumu mahalleler arası bir çekişme alanına dönüştüğünde ise ortak geçmiş, ortak gelecek gibi toplumun bütünsel olarak kendisini tarif etmedeki temelleri ve idealleri parçalanır. Nihai olarak ne ekonomik meselelerde, ne siyasi konularda ne de kültürel sahada insanlar arası bir uzlaşıdan söz edilebilir. Bu temel insan etkinlik sahaları üzerinde elbette farklı hatta karşıt yaklaşımlar her toplumda vardır, olmaması farklı bireyleri, muhtelif grupları, ilgileri ve çıkarları içeren toplumun özüne aykırıdır. Ancak, bir toplumun sözü edilen etkinlik sahaları yani ekonomi, siyaset ve kültür üzerinde ekseriyetle bir uzlaşısı, toplum olabilmesinin vazgeçilmez ön koşuludur. Aksi halde sürekli çatışmalar sahası haline dönen bir toplum artık toplum olma vasfını kaybeder çünkü bir dengesi olmaktan ziyade parçalanmışlığı vardır ve bu onu sorunlar yumağına dönüştürür.
Asli Patoloji
Demek ki bugün geldiğimiz noktadaki asli “patoloji” uzlaşısını yitirmiş toplumdur. Öyle bir patolojidir ki bu; her mahallenin sakini için kendi partisi ne yapıyorsa mutlak doğrudur, ama aynı şeyi başka bir parti yapıyorsa mutlak yanlıştır. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemek, haksızlıklar yaparak önemli bir pozisyona yükselmek, particilikle hayatını kazanmak vb. şeyler için kendi mahallesine laf ettirmeyenlerin karşı mahallede yaşanılan benzeri bir şey için ortalığı ayağa kaldırması esas itibariyle bir toplumu oluşturmak iradesinden vazgeçtiklerini kanıtlamaktadır. Aynı eğitim sisteminden geçen çocuklarımızın aynı haklara ve eşit fırsatlara sahip olduklarını söyleyemediğimiz bir toplum esas itibariyle toplum-dışılaşmaktadır. “Bizden olanlar en güzelini hak ediyor, olmayanların canı cehenneme” diyenlerin kalabalıklaştığı bir toplum hali hazırda toplum-dışılaşmıştır.
Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti fikrine ve idealine ekseriyetle bağlı olan bir toplumdan bu fikir ve ideal üzerinde kavga eden bir toplum-dışılığa evriliyoruz. Millilikten dem vuranların, hatta onu kutsayanların bir bölümünün Kurtuluş Savaşına sahip çıkamadığı ve diğer taraftan Atatürkçülüğü bayrak yapanların bir bölümünün Atatürk’ün katiyen kabul edemeyeceği adımları atmaktan mutluluk duyduğu bir toplumun ne yazık ki bir dengesinden söz etmek mümkün değildir. Dengesini yitiren toplum ise dağılmaya karşı kendisini savunabilecek kabiliyetten yoksun toplum demektir. Demek ki bugün Türkiye’nin en temel sorunu toplumun uzlaşısını kaybetmesidir ve çözüm yeniden büyük bir uzlaşıdadır. Bu büyük uzlaşı için siyasetten, ekonomiye, ekonomiden kültüre ve en sonunda da gündelik sosyal hayata varıncaya dek temel insan etkinlik sahalarının yeniden yapılandırılması bir ön koşuldur. Teşhis tedaviyi kendiliğinden garanti etmiyor. Bu nedenle tedavi için de bir şeyler söylemek ve önermek gerekiyor ama bunu gelecek yazıda yapmayı deneyeceğiz.