İngiliz zırhlı gemileri Çanakkale boğazının serin sularından Türk askerinin bulunduğu kıyıları gözlüyordu. Fırtına öncesi huzursuz bir sessizlik vardı havada. Denizin dalgaları savaş nedir, ölüm nedir bilmez ki. O dalgalar kendi hallerinde, tatlı tatlı vuruyorlardı Çanakkale toprağına. Bu belirsiz sessizliğin ortasında huşu içinde, sakin dalga sesleri.
Hikmet Yüzbaşı sinirli sinirli söylendi ‘Birazdan başlayacaklar top atışlarına.’ Ardından, hızla askerlere dönüp ‘Siperlere!’ diye bağırdı nefesinin tüm gücüyle. Askerler kumandanlarından gelen uyarıyla korunaklı olabilecek ilk yere sığınma çabasına giriştiler. Telaşlı bir gürültü patırtı koptu, ardından yine derin bir sessizlik. Siperde başını toprağa yaslamış, yaşlısıyla, genciyle Mehmetçik. Kimi dualar ediyor, kimi düşmanla karşılaşmak için sabırsızlanıyor, kimi sevdiklerini düşünüyor, kimi ne düşüneceğini bile bilmiyor.
Düşüncelerin bu gergin sessizliğinde, havadaki belirsizliği yırtan denizdeki İngiliz gemilerinin patlayan topları oldu. Gemilerin güvertesinde adeta kükreyen topların sesleri yeri göğü inletiyordu. Buna karşın, karadaki Türk askerlerine uzakta patlayan top sesleri o kadar ürkütücü gelmiyordu. Ama Hikmet Yüzbaşı ve onun gibi tecrübeli askerler, birazdan uzaktan ateşlenen o mermilerin ne korkunç bir sesle üzerlerine felaket yağdıracağını iyi biliyorlardı. Yine de vatan sevgisiyle çarpan yüreklerde, en ufak bir kuşku yoktu zafere dair. Çanakkale geçilmezdi! Ama biliyordu tecrübeli askerler, çok can solacaktı, vatan için çok şehit verilecekti.
Şimdi yağmur gibi bombalar yağıyordu Mehmetçiğin siperlerine. Barut kokusu keskince yakıyordu insanın burnunu. Ve o keskin kokuya kan kokusu eklenmişti. Savaş ölüm demekti. Sormazdı, genç mi yaşlı mı diye. Bağırışlar, feryatlar, patlamalar, şehadet sesleri. İman dolu göğsünü siper etti vatan evlatları, dayandılar. Terk etmediler yerlerini. Bu uğurda ölseler de vatan toprağı olacaktı mezarları, yani ebedi yuvaları. Ve vatan toprağından daha güzel bir yuva yoktu.
İnsafsızca yağan top mermilerinden biri de Teğmen İsmail’in çok yakınına düştü. Patlamanın etkisiyle havaya uçan teğmen sert bir şekilde yere devrildi. Bilinci gitmiş, ağır yaralanmıştı. Askerler hemen koşup teğmenlerini omuzladılar ve revir çadırına yetiştirdiler. Eldeki imkânlarla Türk hekimleri genç teğmeni hayatta tutmayı başardılar.
Geçirdiği operasyonlar sonrası revir çadırında gözlerini açtı Teğmen İsmail. Önce nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Yavaş yavaş hafızası yerine geldi. Puslu anıları zihninde netleşti. Bombanın korkunç bir sesle yanı başında patladığı o anı hatırladı. Sonrası ise hafızasında bir boşluktu teğmen için. O belirsizliğin ardından şimdi gözlerini açmıştı. Zar zor hareket ederek üzerini yokladı. Çok şükür kolu bacağı yerindeydi. Ama göğsünde, her hareketinde epey acı veren derin bir yara vardı. Çok şükür diye geçirdi içinden: ‘Vatanım için savaşmaya devam edebileceğim.’
İlgili doktor geldi yanına. Durumu hakkında kendisine bilgi verdi. Yarası çok derindi ve iyileşmesi için zamana ihtiyacı vardı. Bu nedenle, yarasının iyileşebilmesi amacıyla memleketine gidip dinlenmesi için kendisine izin verilecekti. Teğmen İsmail zaten beş yılı aşkın bir süredir memleketine hiç gitmemişti. O cepheden bu cepheye koşmuş, vatanı için tüm gücüyle çarpışmıştı. Ailesini görmeyeli yıllar olmuştu. Ve şimdi doktor tavsiyesiyle dinlenmek üzere memleketine gitmesi emri verilmişti. Doktoru kendisinden daha yüksek bir rütbedeydi. Teğmen İsmail doktorunu dinledikten sonra ilk şu soruyu sordu: ‘Peki komutanım. Ne zaman döneyim cepheye? Arkadaşlarımı yalnız bırakmak istemiyorum.’
Doktor bunca yıldır savaşan bu vatan evladının, bu ağır yarasına rağmen, zorunlu istirahatinden bir an önce tekrar cepheye dönmek isteği karşısında çok duygulandı. Ve Teğmen İsmail gibi vatan sevgisiyle dolu yaralı askerlere verilen cevabı tekrarladı: ‘Yaran kabuk bağladığında dönersin evladım.’
Kastamonu’ya bağlı Cide İlçesi sahilinde beş yaşlarında bir oğlan çocuğu deniz üzerinde taş sektirmeye çalışıyordu. Fırlattığı taşların su üzerinde sekerek kayışını büyük bir heyecanla izliyordu. Zaten çocuklara her şey güzel bir oyundur hayatta. Ne yazık ki, büyüdükçe oyun oynamak da, hayattan tat almak da unutulur.
Puslu bir Karadeniz sabahıydı. Kıyıda taşları birbiri ardına denize fırlatmaktaydı bu neşeli çocuk. Birden puslu havanın sisi içinde biri belirdi. Önce karartı halinde beliren bu kişi, çocuğa doğru yaklaşmaktaydı. İri çocuk gözleri bu karartıya çevrildi. Yaklaştıkça, üzerinde asker üniforması seçilir oldu. Asker kıyafeti çocuklar için ilgi çekiciydi elbet. Sisin içinden gelen adam çocuğa iyice yaklaştı. Eğildi, gözleri çocuğun göz hizasına geldi. Sıcak bir tebessümle, merakla iri iri bakan çocuk gözlere konuştu: ‘Ben abin İsmail.’
Teğmen İsmail Cide’deki köyüne gelmişti. Büyümesini sadece mektuplarda okuduğu ama hep cephelerde olduğu için hiç göremediği en küçük kardeşiyle tanışmak için sahildeydi. Göğsündeki derin acıyla sızlayan yaraya rağmen, sarıldı kardeşine. Bağrına bastı hasret ve sevgiyle. Küçük çocuk da hep duymuştu bir abisi olduğunu ama hiç görmemişti. Adını bile bilmediği farklı cephelerden ara sıra gelen mektuplar sayesinde, abisi hakkında bir iki kelime duymuştu evde. Vatan için çarpışan kahramanlardan bir tanesiydi abisi. Ev halkı abisinden hep büyük bir gururla ve derin bir sevgiyle bahsederdi.
O küçük çocuk büyüdüğünde, Cide sahilindeki o buluşma hakkında şunları söyleyecektir: ‘Abime sarıldığımda o güne kadar hiç bilmediğim bir koku duydum. Kardeş kokusu farklı olur derlerdi. Demek ki dedim, kardeş kokusu böyle bir şey. Büyüyünce anladım ki o koku barut kokusuymuş. Yıllarca cephelerde mücadele veren, canım abimin üzerine sinen barut kokusu.’
Yıllardır görmediği abisine öyle içi ısınmıştı ki, sevgiyle ve ilgiyle hep üniformalı abisini izlemekteydi. Ve bir şey fark etti. Abisi çok ağır hareket etmekteydi. Sonradan anneleri Rukiye Hanım bu durumun nedenini evin en küçük ferdine açıkladı: ‘Oğlum abinin yarası çok ağır. Belli etmiyor ama çok canı yanıyor. Ondan dolayı dikkatli ve yavaş hareket ediyor.’
Teğmen İsmail’in yuvaya döndüğünü öğrenen köy halkı eve akın etmeye başladı. Niyetleri elbette hem geçmiş olsun demek, hem de cephede olan bitenin haberini alabilmekti. O yıllarda internet ve televizyon olmadığından, haber almak çok kolay değildi. Şimdi cepheden gelen biri olunca, en taze, en doğru haberler ancak ondan alınabilirdi. Bu nedenle, devamlı kapı çalınıyordu. Bir komşu elinde bir kap yoğurt, bir başkası elinde bir kavanoz bal, bir başkası elinde koca bir tencere yemekle geliyordu. Ardı arkası kesilmiyordu eve gelenlerin.
Her yeni komşu geldiğinde, Teğmen İsmail hasta yatağından kalkıyor, asker üniformasını giyiyor ve ziyarete gelen kişilerin karşısına öyle çıkıyordu. Küçük kardeşi abisinin ilk haftalar neredeyse hiç yatağına yatamadan, Türk ordusunun kıymetli üniforması üzerinde, hep misafirlerle konuştuğuna tanık oldu. Rukiye Hanım sızlayan ana yüreğiyle yaralı oğluna adeta yalvarıyordu: ‘Oğlum daha yeni geldin. Yıllardır ilk defa ev yüzü gördün. Üstüne üstlük yaran çok ağır. Misafirlere sonra gelmelerini söyleriz. Hele biraz iyice dinlen yatağında.’ Ama Teğmen İsmail anacığına sevecen gözlerle bakarak şu cevabı veriyordu: ‘Anacığım, çok haklı olarak herkes cephelerde olan biteni merak ediyor. Ben de üniformamla onların karşısında dimdik durup, şanlı ordularımızın kahramanlıklarını onlara bir bir anlatmalıyım. Onlara güven vermeli, onlara umut vermeliyim.’
Çevre halkı Teğmen İsmail’i görmekten, onunla konuşmaktan dolayı, büyük mutluluk ve umut hissetmekteydi. Ev halkı ise, yıllardır hasret kaldıkları oğullarına kavuşmanın tarifsiz neşesindeydiler. Bir gün İsmail, Rukiye Hanımın yanına geldi ve sıkıca sarıldı. Ellerini öptü annesinin. Annesi de yavrusunu kokladı doyasıya. Sevecen ve hayran hayran baktı oğlunun gözlerine. ‘Ne oldu kuzum?’ diye sordu oğluna. İsmail biraz mahcup bakışlarla konuşmaya başladı: ‘Anacım benim artık gitmem lazım.’ Annesinin birden yüzü düştü, ana yüreğine bir sancı çöktü. ‘Evladım daha tam dinlenemedin. Yıllardır cepheden cepheye koştun, savaştın. Azıcık daha dinlen, azıcık daha kendine gel kurban olduğum.’ İsmail anacığının ellerini bir daha öptü ve gömleğinin yakasını açarak yarasını gösterdi. Ardından annesine şöyle seslendi: ‘Yaram kabuk bağladı anacım. Söz verdim. Cepheye dönmem gerek.’
Ne hikmetse, çürük raporu alıp askere gitmemek, aklına gelmemişti Teğmen İsmail’in.
Teğmen İsmail’i askere tabii ki davul zurna ile uğurladı bütün köy. İsmail ayrılmadan önce, kardeşinin yanına geldi, gözlerinin içine sevgiyle baktı. Kocaman, sımsıkı sarıldı kardeşine. Ve tatlı bir tebessümle konuştu: ‘Dikkat ettim üniformam çok dikkatini çekti. Özellikle parlak düğmelerinden gözünü alamadın.’ Ceketindeki düğmelerinden birini koparttı ve kardeşinin avucunun içine koydu. Küçük çocuğun dudaklarında mahcup bir gülümseme belirdi. Ardından Teğmen İsmail bir daha sıkıca kucakladı kardeşini. ‘Allaha emanet ol Rıfat’ dedi ve geldiği gibi puslu bir Karadeniz sabahında, sislerin arasında giderek kayboldu. Avuçlarının arasında, kahraman abisinin düğmesiyle kalan Rıfat’ın, abisini son görüşü oldu bu. Teğmen İsmail yine bir başka cephede vatan için çarpışırken şehit olacaktı.
Yıllar geçti, Rıfat büyüdü. Üniversite okumak isteyen Rıfat’ın hayalleri babasının ölümü dolayısıyla sona ermek zorunda kaldı. Ortaokuldan sonra Kastamonu Muallim Mektebine devam etti. Mezuniyetinden sonra Gerede ve Akçakoca’da ilkokul öğrencilerine öğretmenlik yapmaya başladı. 1933 yılında askere çağırılana kadar mesleğine Gümüşova’da devam etti. 1936 senesinde Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünde Edebiyat bölümüne girerek 1938’de mezun oldu. Öğretmen olarak atandığı Adapazarı’ndan yakalandığı verem yüzünden ayrılmak zorunda kaldı ve İstanbul Yakacık Sanatoryumunda tedavi görmeye başladı. İstanbul’a taşındıktan sonra bir yandan Karagümrük Ortaokulunda Türkçe öğretmenliği yaparken, diğer yandan Felsefe bölümünde eğitim görmeye devam etti. Felsefe eğitimi aldığı bu dönemleri II. Dünya Savaşı’nın olduğu zamanlara denk gelir.
1944 yılında yazdığı bir kitaptan dolayı 6 ay cezaevinde yattı. Bundan sonraki süreçte sağlık sorunları sebebiyle öğretmenlik mesleğini sürdüremedi. Öğretmenlik mesleği ardından, hayatı dergi ve gazetecilik ile şiir yazarak geçmeye başladı. İyice edebiyata yöneldi. Bir dönem, edebiyatımızın iki dev ismi Aziz Nesin ve Sabahattin Ali ile birlikte “Markopaşa” adında bir mizah dergisi bile çıkardı.
Dergilerde yazılar yazarken, bir gün evine geldi. Bir baktı ki, ev darmadağın olmuş. Bir olaydan ötürü polis evini aramıştı. Onun gözü evin dağınıklığını hiç görmedi bile. Abisinin kendisine verdiği düğme vardı aklında. O kıymetli hatırayı çekmesinde tutmaktaydı. Koşa koşa yazı masasının çekmecesine gitti. Çekmeceye baktı, sağı solu alt üst etti. Ama darmadağın olmuş evde abisinden kalan o düğmeyi ne yazık ki hiç bulamadı. Abisinden kalan tek hatıra kaybolmuştu.
1956 yılında, İlhan Selçuk tarafından çıkarılan “Dolmuş” adlı bir dergide her hafta hikâyeler kaleme almaya başladı. Yazılarını “Stepne” takma adıyla yazıyordu. Yazdığı bu yazılar çok ilgi çekti. Çok beğenildi. Herkesin dilinde dolaşmaya başladı. “Stepne” takma adıyla yazdığı için bu hikâyelerin kime ait olduğu da ilginç tartışmalar yarattı. Tüm ülkede bu yazıları kimin yazdığı büyük merak konusu oldu.
Yazılarına olan ülke çapındaki büyük beğeni ve yoğun ilgi sonucunda, bu yazı serisini roman haline getirdi. Romanı da o kadar çok sevildi ki, ardından romanın filmleri seri halinde çekildi. Ertem Eğilmez’in yönetmenliğini yaptığı, Türkiye sinema tarihinin belki de en çok bilinen, en çok beğenilen ve en çok izlenilen filmleri oldu bu seri. Bu edebiyat devi yazarımızın romanının adı Hababam Sınıfı’ydı. Teğmen İsmail’in kardeşi olan bu kıymetli yazarımızın ismi Rıfat Ilgaz’dı. Bu muhteşem eseri hediye etti bizlere. Bu öyle bir romandır ki, defalarca okunmalıdır. Öyle güzel, öyle samimi ve duygu yüklüdür ki filmleri, defalarca izlenmelidir.
Nüfus kayıtlarına bakıldığında Rıfat Ilgaz’ın 7 Mayıs 1911 tarihinde doğduğu yazılıdır. Ancak doğum tarihinin doğruluğu kesin değildir. Rıfat Ilgaz, anacığının tabiri ile “derin kar” da dünyaya gelmiştir. Annesi Rukiye Hanımın belirttiği dönem 1910 yılının şubat ayına denk gelmektedir.
Eğitim sistemini, öğrenciliği, öğretmenliği, ebeveynliği, hayatı, yani insanı muhteşem bir dille anlatır Hababam Sınıfı’nın kitapları ve filmleri. Herkes hem kendinden bir şeyler bulur, hem de hayatta aslında göz önünde fark edemediklerini yakalar. Hababam Sınıfı’ndaki her bir karakter öylesine samimi bir şekilde konuşur ki sizinle, sanki yıllardır tanıdığınız insanlar gibidirler. İşte bu dev eser, Rukiye Hanım’ın belirttiği gibi, derin karda doğmuştur.
Bir gün, Rıfat Ilgaz’a sorarlar: ‘Hababam Sınıfı’nı nasıl yazabildiniz? Nasıl bu kadar başarılı olabildi?’ Büyük usta şöyle yanıtlar bu soruyu:
“Eskiden idamlar sabaha karşı yapılırmış. Belli bir süre sonra idam yaklaştığında, tüm dükkânlar açılmaya, esnaf satış yapmak için bağırıp çağırmaya başlamış. Bunun üzerine aileler de o saatlerde sokağa çıkmaya başlamış ve idam vakitleri panayır havasına bürünmüş. Sonuçta da ölen bir adama bakarak gülen bir halk görüntüsü oluşmuş. Ben de çöken eğitim sistemini anlattım. Hepimiz ölen bu sisteme bakarak güldük.”