Üniversitelerde yarıyıl sonu sınavı mevsimindeyiz. Öğrencilerde devamsız olduğu günleri öğrenme, sınavlara hazırlanma ve bütünlemeye kalıp kalmayacağı hesaplarını yapma, öğretim üyelerinde ise soru hazırlama telaşı var.
Mevzuata göre, yarıyıl sonu sınavına girebilmek için devamsızlığın belli bir oranı geçmemesi gerekiyor. Bu orana denk gelen ders saati, öğrenciler tarafından devamsızlık hakkı olarak görülüyor ve birçok öğrenci bu hakkını sonuna kadar kullanıyor, başka bir deyişle derslere girmiyor.
Üniversitelerin bazı bölümleri için bu çok sakınca yaratmayabilir, fakat işin içine tıp ve hemşirelik gibi bölümler girdiğinde bu durumun birçok sakınca yaratabileceği görülüyor. Öğrencilerin en azından bir kısmının artık lisede olmadıklarını ve meslek öğrendiklerini kavramamış olmaları, derslere girmemek ve sınıf geçmelerini sağlayacak kadar konuyu çalışmak için kolayca çok sayıda gerekçe bulmalarını sağlıyor.
Oysa, bir doktorun ya da hemşirenin işinin örneğin; yüzde 30’unu bilmeden mesleğe başladığını düşünmek ne kadar korkunç bir durum. Öğrencilerin öğren(e)medikleri bazı mesleki bilgi ve beceri dersleri için telafi talep etmeleri gerekirken, uygulamada karşı karşıya kalınan durum, sorunun özel olarak incelenmesi gerektiğini düşündürmektedir.
Derse devamsızlık dışında diğer bir önemli konu da, öğretim üyelerinin öğrencileri ile birlikte devamsızlık yaptıkları dersler. Başka bir deyişle, kâğıt üzerinde var görülen, fakat gerçekte yapılmayan dersler. Âdeta bir suç ortaklığı şeklinde derslerin programda görülen saatin daha aşağısında tamamlanması çok da az görülen bir durum değil. Bu durumdan öğrenciler de yakınmıyor, öğretim üyeleri de. Ders boş geçtiğinde ya da kısa sürdüğünde üniversite öğrencilerinin (sanki hâlâ ortaöğretim ve lisede okuyorlarmışçasına) çocuksu bir sevinç yaşadıkları, öğretim üyelerinin ise aldıkları ek ders ücreti ile ilgilendikleri görülüyor. Alan memnun, satan memnun.
Tabii, bir de öğrencilerin birbirinin yerine imza atma sorunu var. İmzası atılan devamsızlık sorunu yaşamazken, imzasını attıramayan öğrenci dersten kalabilmekte, yıl bile kaybedebilmektedir. Anlaşılacağı gibi katmerli bir adaletsizlik söz konusu. Böyle bir durumda öğretim üyesinin kontrol etmesinin gerekliliği yanında otokontrol düzeneğinin çalışmaması da ilginç bir konudur. Açıkça öğrenciler de bazı arkadaşlarının adaletsizliğe maruz kalmasına, bazı arkadaşlarının ise haksız avantaj elde etmesine seyirci kalmaktadır.
Çok boyutlu nitelikler taşıyan bu durum, tüm eğitim kurumlarının önünde ciddi bir sorun olarak durmaktadır. Sorun “çocukluktan itibaren edinilen öğrenilmiş bir davranış” mı, “duyarsızlık” mı, “tembellik” mi, “boşvermişlik” mi, “aşırı güven” mi, “önemsememe” mi, “bir şey olmaz” mı ya da “herkes böyle yapıyor nasıl olsa” mı? Belki de hepsi. Kaybeden ise herkes; en başta da öğrencinin kendisi.
Görüldüğü gibi devamsızlıklarda yalnız öğrencileri suçlamak, konunun yeterince anlaşılmasını engelleyecek bir yaklaşımdır. Üniversite yönetiminin ve öğretim üyesinin devamsızlık konusundaki tutumunun yanı sıra öğretim üyesinin dersi nasıl anlattığı, dersin hocasının ve dersin öğrenci tarafından sevilip sevilmediği gibi birçok etmen konuyu etkileyebilmektedir. Diğer yandan, öğrencilerin derslere devam etmemelerinin nedenleri, derslerin verimli geçip geçmediği, derslere devam eden öğrenci ile etmeyen öğrenci arasında edinilen bilgi ve beceri açısından fark olup olmadığı, bilgi ve becerilerin uygun biçimde değerlendirilip değerlendirilmediği, uzaktan eğitim gibi farklı eğitim ve öğretim yöntemlerinin kullanılmasının durumu etkileyip etkilemediği de araştırılmalıdır.