Klasik anlamda devletin temel görevi, vatandaşların düzenini sağlamak, güvenliklerini temin etmek ve adaleti yasalar ve düzenlemeler aracılığıyla korumaktır. Bu çerçevede devletin, eğitim, sağlık, altyapı ve sosyal yardım gibi temel kamu hizmetlerini sunması, toplumsal istikrarı ve bireysel refahı geliştirici önlemleri alması birincil görevleri arasındadır.
Devlet, bu görevleri kimi zaman kendi organları aracılığıyla kimi zaman da özel sektörün katılımıyla yerine getirir. Türkiye’de bu kapsamda özel sektör; eğitim, sağlık, güvenlik, altyapı gibi alanlarda devletin temel hizmetlerine katkı sunarken, sosyal yardım ve adalet gibi alanlarda gönüllü kuruluşlar, dernekler ve meslek örgütleri de önemli roller üstlenmektedir. Bu durumlarda devletin, özel kurumların sağladığı hizmetlerin şeklini düzenlemesi ve denetlemesi gereklidir.
Türkiye’de şehirleşme özellikle 1980’lerden sonra hız kazanmıştır. Şehir nüfusunun %40’larda olduğu seksenlerin başından günümüze kadar geçen kırk yılda bu oran %90’a ulaşarak hızlı bir artış gösterdi. Bu süreçteki hızlı şehirleşme, dünyada gerçekleşen dijital gelişim ve toplumsal yaşam dönüşümü ile birleşerek toplumun yaşam kültürünü ve alışkanlıklarını köklü bir şekilde değiştirdi.
Batılı ülkeler, bu tür dönüşümleri devlet otoritesi ve imkanları ile yönlendirip sağlıklı bir geçiş süreci sağlarken, Türkiye’de bu dönüşüm bilimsel bir koordinasyon olmaksızın, halkın kendi bilgi birikimiyle şekillenmiştir. Oysa, bu tür değişimlerin sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için bilimsel ve sistematik bir koordinasyon gereklidir.
Bu süreçte her toplumsal grup, sorunları kendi penceresinden tanımlamış fakat çözüm üretmekte yetersiz kalmıştır; devlet ise genelde kolluk kuvvetleri ve cezai önlemlerle müdahalede bulunmuştur. Aslında Türkiye’nin şehirleşme ve toplumsal dönüşüm süreci ile Batı’nın bu süreçleri arasında çok büyük bir zaman farkı yoktur; yaklaşık yirmi yıllık bir gecikmeden söz edilebilir. Aradaki temel fark batılıların problemi görüp çözüm üretmesi bizlerin ise problemi görüp suçlayıcı bir dil kullanmamızdır.
Bu durumu, Türk filmleri ile Hollywood filmleri arasındaki farka benzetmek yerinde olabilir. Hollywood filmlerinde bir sorun tanımlandığında, genellikle toplumu rahatlatacak bir çözüm de aynı film içinde sunulur. Türk filmlerinde ise sorun abartılarak ayrışmayı artıracak biçimde ele alınır ve çoğunlukla sadece karşı taraf eleştirilir. Problemi görebilmek için insanların çatışmasını ve toplumun sıkıntı içerisinde yaşamasını görmek kâfidir, zira bilime de gerek yoktur.
Ne yazık ki, bu bakış açısı toplumsal olaylarda ve resmi uygulamalarda da yansımaktadır. Ülkemizde toplumsal olaylarda sürekli karşı tarafın hatalarını arama eğilimi öne çıkarken, öz eleştiri eksik kalmakta ve bu durum yönetim anlayışında da kendini göstermektedir. Bu yaklaşım, toplumu kutuplaşmaya, adam kayırmaya ve liyakatsizliğe sürüklemekte; olumsuz alışkanlıklar toplumun tüm kesimlerine ve meslek gruplarına yayılmaktadır. “Akademik Akıl”ın bizlerden bu ayın konusu olarak belirlediği “Yenidoğan Çetesi” olarak adlandırılan ihmaller silsilesinin, İstanbul dışındaki illerde ve başka meslek mensuplarının yapmış olduğu üretim ve hizmetlerde olmadığını söylemek oldukça zor. Çünkü bu vahim durumun sebebi hizmetin özel sektörde verilmesi ya da sağlık alanında verilmesi değil ülkemiz şartlarında yetişen insanların bu hizmeti vermesidir. Zira zaman zaman bu gibi olayların ülke geneline duyulduğuna şahit oluyoruz.
Sonuç olarak, bilgi ve bilim geri plana itilmektedir. Oysa çözüm önerisi sunabilmek zahmetlidir. Zahmetten de öte bilgi, tecrübe ve sıkı bir disiplin gerektirir. Bu nedenle, toplumsal olarak doğru ve yanlışları kendi gruplarımızdan bağımsız bir şekilde dile getirme alışkanlığını geliştirmemiz gerekmektedir. Çözüm önerisi geliştirilmeden problemi dile getirmek çoğu zaman fayda yerine zarar da verebilir. Aslolan bilimin önemini kabul edip bilimsel yöntemler uygulayarak problemlere çözüm üretmektir.
2 yorum
Bir mühendis olarak tıbbi bir konuya yazmanıza çok sevindim çünkü biz tıbbiyelilerin artık ufku kapalıdır. Açık olsaydı bu olay olmazdı. Ben size ve okuyucularınıza bu çeteleşme ile ilgili “içeriden” bilgi vereyim, neden çeteleşme oldu, nasıl oldu, temelinde görmezden gelinen müteselsilen etkili olan tuhaf /garip illiyetleri anlatayım. Kendimizi tanıyalım, ayna tutayım!
Sağlığın ticarileştirilmesini kendi eylemleriyle; sağlığın vahşi rekabete maruz bırakılması gibi çarpık bir sistemi övgüyle karşılayan çok sayıda ki vatandaşlarımızın sorumsuzluklarını, “çıkar çatışmalarını” ve ödevsizliklerini masaya yatırmak gerek. Ülkemizde 14.000 küvöz ihtiyacı nasıl oluştu, bu devasa sayı nasıl bir suç ve haksız kazanç kapısı hâline geldi? Gelin, bu düzenin nasıl adım adım hazırlandığını size detaylıca “içeriden” anlatayım.
Bu noktaya gelineceği aslında belliydi ve ne yazık ki “Sağlıkta Dönüşüm Programı” bu sürecin mimarı oldu.
1* İstanbul anadolu yakası, Ankara, İzmir, Antalya ve benzeri büyük şehirlerde, hatta tüm ülke çapında benzer yapıların olmaması mümkün mü? Ülke genelinde yaşanan sağlık sorunlarının sadece tek bir yerle sınırlı olduğunu düşünmek, büyük resmi görememek olur.
2* Gebeleri birbirlerini maddi çıkar çatışmaları ile feromonlayop bir araya gelip, birbirlerine övdüğü, kendilerini akıllı ve haklı hissettikleri hizmetin ucuz olduğu için “kuyruklar oluşturdukları” hastaneleri görmek bile sorunun derinliğini anlamak için yeterlidir. Bu özel hastanelere kimse hiç bakmıyor, sen neden ucuzsun, neden sana yığılıyorlar diye kimse sormuyor. Doğum hizmetini ucuza, bedavaya verip, takip sürecini cazip hale getirmek; hatta doğum ücretini minimumda tutmak bile bu sistemde bazı hastaneler için cazibe merkezi oldu. Bebeğin küvöz masrafını devletin karşılaması fikri de bu döngüyü besleyen unsurlardan biri. Vatandaş ben para vermeyeyim, doğumu gebelik takiplerini ucuza kapatayım, bebekler küvöze girsin, iyi bakılıyor modundaydı. Anladınız mı döngüyü, kommersal yaşamı!
3* “Doktorun elini cebinizden çekeceğiz” söylemiyle yürütülen politikalar halkımızın “akışını” topladı. Ama eski Türkiye’de ya da muayenehanelerin ön planda olduğu dönemde bu denli büyük krizler hiç ama hiç yaşanmazdı. Doktorlar, mesleklerine değer veren bir sistemde çalıştığında, daha özverili bir performans sergiliyorum, intihar eden, dövülen, öldürülen, arabasının frenleri kesilen, kemikleri kırılan, küfürler edilen, kazanç kaygısı içinde olan, yoğun bakımlık olan, odaya kilitlemiş hunharca dövülen doktorlar yoktu. Doktorların artık yoruldular, metal yorgunluğu ve deforme oldukları çok açık: Kendilerinden sürekli fedakarlık beklenirken, doktorlardan “karşılıksız cömertlik” sergilemeye bırakılmaları bu yorgunluğun temel sebeplerinden biri. Anlaşılıyor ki sistem de koşturulan “hayvan terli” kavramı artık “hayvan çatlamaya” dönüşmüş.
4* Büyük devletimiz, sağlıklı gebelik takibi ve doğumu adeta basit /adi/olağan bir işlem gibi görüp minimal ödemelerle, puancılık oyunlarıyla bu emekleri, akıl terlerini küçümsedin, aşağıladı. Komplikasyonlu doğumlara ve yoğun bakım gerektiren bebeklere ise devasa kaynaklar aktarıldı. Bu yönelimin, kaliteli gebelik takibine gösterilen önemi azalttığını görmemek elde değil. 14000 küvöz oluşmuş!
5* Türkiye’de yılda yaklaşık 1 milyon doğum oluyor ve ortalama % 10 – 15 (bence %20) bebek yoğun bakımlık, pert, perişan doğuyor. Bu bebekler ortalama 5 gün küvözde kalsa, 14000 yataktan hesap edersek, yılda 1 milyon küvöz yatağı potansiyeli oluşuyor. Böyle ballı kaymaklı ol paralı bir sistemi beslemek için kimse sağlıklı bebeklerin doğumunu teşvik etmez, çünkü hiç kimse ( hem vatandaş hem de devlet) oraya harcama – ödeme yapmıyor. Bu olurken hem bu sistem idame ettirilecek hem de aileler kendilerini akıllı, haklı, iş bilir hissettirilecek. Okumaya devam….
6* Bir jinekoloğun günde maksimum/azami 15 gebe ile ilgilenmesi gerekirken, bu sayı kimi yerlerde günde, yani 8 saatlik mesai ile 30, 40, 50 ila 200 gebeye kadar çıkıyor. Yoğun bir tempo, vahşi “sürüm usülü iş” , baş döndüren bir sistem; ama vatandaş bu durumu sorgulamaksızın kabul ediyor, hatta avantajlı/süper /kaliteli/10 numara 5 yıldız buluyor. Çünkü para vermiyor!, çıkar çatışması! Vatandaşın sağlığına bu derece ticari bir yaklaşımla bakması, özellikle gebe vatandaşlar tarafından böyle ele alınması, gebelik ve doğum hizmetlerini kalite açısından aşırı zayıflattı.
7* Gebelik takibi, artık “olduğu kadarıyla doğsun” yaklaşımıyla ilerliyor. Salgın şeklindeki plansız hamilelikler, hazırlıksız doğumlar sonucunda, bebek yoğun bakım yatak sayısı şehir şehir artarak 14 bin yeni doğan yatağına kadar ulaştı. Bu yataklar sürekli dolup boşalıyor; ama bu sorun halk tarafından yeterince önemsemiyor, ucuz olsun, bedava olsun, “kimse benden para istemesin” derdindedirler. Hatta bebeğin sakat, özürlü olması dahi bir avantaj olarak görümeye başlandı; evde bakım parası alırız, ötv siz araba alırız şeklinde düşününler çok sayıdadır.
8* Ekonomik durumları gayet iyi olan çoğu aileler bile gebelik için herhangi bir bütçe (gebelik bütçesi) ayırmayı düşünmüyor, en ucuza hatta bedavaya yöneliyor ve bu yaklaşımı bir zeka göstergesi, haklılık, iş bilirlik olarak görüyor.
9* Bir jinekologun “günde” en fazla/maksimum/azami 15 gebe muayene etmesi gerekirken, sırf bedava ya da düşük ücretli olduğu için devlet hastanelerinde 30, 40 hatta 100 – 150. sıradan muayene olan, özel hastanelerde ise 65. sıradan muayeneye talip olan bir kitle var. Bu da kaçınılmaz olarak anne – aile kaynaklı ihmalkarlıklara ve yoğun bakımlık/pert/küvözlük bebeklere yol açıyor. 40, 80 hatta 150’nci sıradan muayene olmayı, “sürüm mantığıyla” hastaneye gitmeyi tercih edenlerin sayısı hiç de az değil, “tüm toplum” bu şekilde!
10* Bütün bu sürecin sonucunda, hazırlıksız gebeliklerin kötü sonuçlarıyla başa çıkmak zorunda kalıyoruz. Küvözlere mahkum edilen bebekler, yetersiz takiplerden doğan komplikasyonlar artık ülke genelinde alarm veriyor. 1 milyon Küvöz potansiyeli yani rant olan bir yerde suç olmaz mı? Bunlar suç oluşmasına sebep veriyor. Devam edeyim…
11* Küçük bir harcama yapıp büyük bir servet ödemiş gibi övünenler, azılı şekilde üste çıkanlar, ağzı köpüklü tükürükle saldırmaya hazır olanlar devletin tüm kaynaklarını bu sisteme akıtmasını istiyor; zengin – fakir hepsi böyle düşünüyor, ancak hiç kimde hiçbir maliyetin altına girmeyi kabul etmiyor. Bedava karşılıksız cömertlik! salgını mevcut
12* İki dakikalık yüzeysel muayeneleri yeterli/üstün/eksiksiz/10 numara 5 yıldız görülüyor; emeğini, akıl terini hak ettiği şekilde isteyen doktorları ise “paracı/pahalıcı/paragöz” diye suçluyorlar. Sonuç: pert, küvözlük, yoğun bakımlık bebekler.
13* Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın ortaya çıkardığı bu durum, intiharlar, sağlıkta şiddet olayları ve sakatlıklar, ölümlerle dolu bu tablo, sorunun ne denli karmaşık bir hale geldiğini gözler önüne seriyor.
14* Hayatında hiç Jinekolog doktora gitmeyen, rahim sağlığını hiç ama hiç sorgulamadan “kronik iltihaplı, polipli, miyomlu ya da retrovert, hipoksik, yaşlı” bir rahime sahip olduğu halde direkt hamile kalan ve ancak gebeliğin 4. veya 5. ayında, hastalık garanti olunca anormalliği fark eden kişilerin sayısı salgın boyutunda artıyor. Sonuçta küvözlük hale gelmiş, neredeyse yaşama şansı zor olan bebekler ordusu ortaya çıkıyor. 14000 nüfuslu küvözistana bu aileler ciddi destek veriyor.
15* Gebelik boyunca ilçe ilçe, şehir şehir doktor gezen, hiç bir Jinekolog hekimle güven bağı kurmadan, bir jinekolog doktorun emeğine saygı göstermeden sürekli gezen, onları sürekli birbiri ile kıyaslayan, 1 puan ile yıldızlayan, kendilerini doktordan akıllı zanneden gebeler, en sonunda “sorunlu /proplemli” bir doğumla mağdur bir doktorun elinde kalıyorlar / patlıyorlar / gümlüyorlar . Yoğun bakımlık bebeklerle sonuçlanan bu durumda kim haklı, kim haksız?
16* Gebelik takibini özelde yapıp doğumu devlete, doğumu özelde yapıp takibi devlete yaptıran, tahlilleri devlette yaptıralımcılar ( kendince uyanık ama nesebine vicdansız, tek taraflı çıkar çatışması! ) bir “terör örgütü” gibi, “tüm sistemi yozlaştıran” bir yapı ortaya çıkıyor. Kendi bedenine ve bebeğine yatırım yapmayan, sorumsuzca davranan bu anneler, aslında kendi elleriyle küvözlük bebekler dünyaya (14000 nüfuslu küvözistana) getiriyorlar.
17* Gebeliğe minicik bir harcamada bile sanki bir servet ödemiş gibi davranan, bebeğine yatırım yapmayı “hırsızın eline kendi eliyle para koymuş” gibi gören bir zihniyet ordusu var. Bu anlayışın sonucu: 14.000 nüfuslu bir “küvözistan” ülkesi.
18* Bedava ya da ucuz gebelik takipleri ve doğum yapılan hastanelerde uzun kuyruklar oluşturan aileler de bu sistemi besliyor. Bebekleri küvöze alındığında hiç sesleri çıkmıyor, çünkü gebelik ve doğumu “ucuza kapattılar.” Bu bir döngüdür ve anneler, aileler bunu besliyor. Bedava peynirin fare kapanında olduğunu, bir hizmete, bir işe para vermediklerinde malzemenin kendilerinin, bebeklerinin olduğunu bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar!
19* Paket paket sigara, alkol, uyuşturucu kullanan, tedavi ve takibi umursamayan annelerin küvözlük bebekleriyle karşılaşıyoruz. Bu annelerin sorumsuzluğu neden konuşulmuyor? Küvözistana rant üretmiyorlar mı?
20* Hastanelerin otoparkını lüks Avrupa marka arabaları ile dolduran aileleri konuşalım… , Bu aileler Dünyanın en pahalı yakıtına ve arabalarına en yüksek paraları öderken en temel gebelik testleri için bile ödeme yapmaktan kaçınıyor. “Fulleyelim depoyu ama bir hemogram istemeyin” zihniyeti bu ülkeyi küvözistana çevirdi. Neden bunu kimse konuşmuyor?
21* Sağlıklı gebelik ve doğum için hiçbir bedel ödemek istemeyen, ama iş yoğun bakımlık bebek olduğunda kesenin ağzını açan sistemin bu ikiyüzlülüğünü konuşalım.
Bu sorunlar yalnızca belli bir şehirde değil; Ankara’dan İzmir’e, Antalya’ya kadar her yere yayılmış durumda. Artık 14.000 küvözlük bebeğe sahip bir “küvözistan” oluştu ve bu düzen, bir rant kapısı olarak görülüyor. 1 milyon küvöz yatağı!
Necip milletimiz “çıkar çatışmalı” yanılgıdan artık çıkmalı; gebelik döneminde bütçe yapmayı öğrenmeli ve gebelikte “tasarruf – kısıntı” anlayışını derhal terk etmeli. Gebelik süresince, malını, mülkünü, parasını seve seve feda etmeyi kabullenmeli.
Gebelikte tasarruf (kısıntı) olmaz, gebelikte mal, mülk, para, imkan seferber edilir, feda edilir. Aileler bunu artık öğrenmeli, gebelik bütçesi yapmalı, 10/5/2 kuralına riayet ederek gebeliklere kaliteli şekilde hazırlanmalıdırlar.
Ve acilen bir jinekologun günde 15’ten fazla gebeyi muayene etmesi yasaklanmalıdır.
Ancak bu adımlar atılırsa küvözistana duyulan ihtiyaç azalır ve yönetilmesi gereken bir rant, çeteler otomatikmam ortadan kalkar. Vatandaş da devlet de el birliğiyle doktorların emeğini sömürmeye devam ederken, dürüst hekimlerin sınırını zorlamamamız gerektiğini unutmayalım.
Vatandaşın artık kendi sağlığına özellikle gebelik ve doğumlara daha fazla özen göstermesi, sistemi sorgulaması ve bu döngüye bilinçle yaklaşması gereklidir.
Mesut bey, sağlıkla ilgili bu gündeme dair alanım olmadığı için tıbbi açıdan bakmadım. Bir hekim olarak siz açıklamanızı kendi açınızdan yapmışsınız. Katkılarınız için teşekkür ederim.
Çalışma şartların ağırlığı ve zorluğu hiçbir şekilde görev etiği ya da ahlakını ihlal etmeyi mazur göstermez. Bu durum hekimler, mühendisler ve diğer meslek erbabı için de aynıdır.
Biz mühendisler açısından işlem-özellik-performans ilişkisi önemlidir. Hangi işlemi yaparsanız hangi özellikte malzeme/ürün üreteceğiniz ve bu ürünün performansının ne olacağının ilişkisinin oluşturulması bizim mesleğin ana şablonunu oluşturur. Ben de olaya bu pencereden baktım. Ama buradaki bakış açım hekimlik hizmeti ile değil daha çok insan organizasyonu ile ilgili.
Ben ülkemizin teknolojik olarak geri kalmışlığının öncelikli olarak bir mühendislik kusuru olmadığını düşündüğüm gibi bugünlerde gündemi meşgul eden yeni doğan çetesinin de öncelikli olarak hekim kusuru olmadığını düşünüyorum. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğunun geri kalmışlığının sebebinin de bir mühendislik ya da teknolojik geri kalmışlık olmadığı gibi. Burada insan yönetimi ve etkileşimine dair sosyolojik bir aksama söz konusu.
Benim bakış açıma göre sizin serzenişte bulunduğunuz hususların tamamı insan yönetimi ve organizasyonunda yaşanan aksamaların bir sonucu. Hekimliği aşan bir durum söz konusu burada. Yani sizin bahsettiğiniz yoğunluk ve ağır çalışma şartları birer sebep değil sonuçtur.