Dünya var olduğu günden beri haklı olan ile güçlü olan mücadelesi sürmektedir? Desene hak ile batıl mücadelesi hâlâ devam etmektedir. Hiç kimse kendisinin de taraf olduğu bir ihtilafın hâkimi olamaz. Allah hâkimlerin hâkimi değil mi?
İnsanlar sahip oldukları hak ve özgürlüklerinin bir kısmını «toplumsal sözleşmeyle» devlete terk ederler. Bu devir işlemini, medeni bir toplumda yaşamanın bedeli olarak yaparlar. Bu yetki devrini yaparken de devletin, kişiye sıkı sıkıya bağlı, devredilemez ve vazgeçilemez temel hak ve özgürlüklerinin güvence altına almasını yeğlerler.
Demek ki devletin otoritesi sınırsız olmayıp bu otoritenin temel haklara karşı mükellefiyeti bulunmaktadır. Devlet bu yetkisini, Anayasa ve yasalara göre kullanır. Bireylerini bilinçlendiremeyen devletler, tarihteki köleliği modern gruplarla sürdürürler. Bugün tarihteki kölelik yerini, modern grupsal köleliğe terk etmiştir. Artık yenidünya eski dünya olmayıp şekil değiştirmiştir.
Doğal âlemin yasalarını bizler koymuyoruz. Bu âlemin kontrol ve denetimi insana ait değildir. Doğal âlemin anayasası ve yasası Şârî tarafından konulmuştur. Güneş doğar, rüzgâr eser, yağmur yağar. Don olur, kar yağar, sel olur. Oysa toplumsal düzen kuralları, vahiy kaynaklıdır.
Vahyin hedefi, yeryüzünde cehaleti yok edip hukuku hâkim kılmaktır. Bunun için vahiy, akla ilke verip adaleti temin eder. Akıl, vahyin işaretiyle yeryüzünde hakkı inşa eder. Yeryüzünün imarı için vahiy ve akıl dengesi kurulur. Böylece sosyal hayat düzeni kurulur.
Bu hukukun kaynağı nedir? Hiç kuşkusuz vahiydir veya vahiy önderliğinde akıldır. İnsan, ancak aklının kavrayamadığı fizik ötesi şeylere itikat ve iman eder.
Devlet kişiler için mi yoksa devlet için mi vardır? Devlet mi asıldır yoksa birey mi? Bu sorular her daim tartışıla gelmiştir. Devlet bireyin mutluluğu için vardır. Birey merkezli devlet, halkın özlemidir. Devleti veya bireyi kutsamak teraziyi bozar. Keza olduğun gibi görün veya göründüğün gibi ol ilkeleri de hep tartışılmıştır. K.R.Popper açık toplum düşmanları diyerek yazdığı kitabını, “olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol” felsefesi üzerine temellendirmiştir.
Devlet ve siyaset bilimi üzerine görüş beyan edenler genellikle Farabi, Maverdi, Gazali, İbn Teymiye ve İbn Haldun gibi düşünürlerdir. Bunlar kurulan Medine site devleti ve anayasasından zımnen etkilenmişlerdir.
Sosyal siyaset alanında ilk düşünürlerden biri de Farabidir. Farabi, insanların küçük birlikler halinde yaşarken devlet örgütü altında toplanmasının gerekçesini açıklamıştır. Farabiye göre, bireylerin, devlet örgütü altında toplanmak istemelerinin temel sâiki, güvenlik (cennet) arama arzularıdır. İnsanlık, güçlü kabileler arasındaki çatışmalardan artık yorulmuştu. Bu yorgunluk onlar için de devlet gibi bir sığınak ve barınak arayışının ürününü doğurdu.
Devlet, adaleti temin için toplumdan aldığı yetkiye dayanarak zayıfı koruyarak, haksızlıkları bertaraf ettiği bir sistem olarak görülür. Farabi bir kurumsal müessese olan devlet ve yöneticiler için de kurallar önermiştir. Yöneticinin halktan yetki alması zorunludur.
Devlet, anayasa gibi temel kuralları bulunur. Bu anayasa toplumsal sözleşme olarak nitelendirilir. Bu toplumsal sözleşme halktan alınan yetkiyle oluşur. Devleti idare edecek kişinin de halktan yetki alması zorunludur. Halkın devlet örgütüne rıza göstermesinin, yani devletin meşruiyetinin tek gerekçesi devletin vatandaşları arasında adaleti tesis etmektir. Meşruiyetin kaynağı ise devlet başkanı olmak için bu yetkinin özgür iradeyle rızaya dayanmasını gerekmektedir. Farabi devlet yönetiminde Medine site devletinin yapısını temel almış olduğu anlaşılmaktadır.
Maverdi ise devletin varlık sebebinin, hukuku uygulayarak adaleti temin etmek olduğunu söyler. Devlet bu yolla halkın huzur ve güvenliğini sağlar. Maverdi devlet herkesi mutlu edecek nassî temel ve genel yasalara dikkat çeker. Maverdi adaleti dağıtacak hâkimlerin seçiminde liyakate önem vermiştir.
Gazali ise devletin varlığının gerekçesini, işbirliği ve dayanışmaya, ihtiyaçların daha rahat karşılanmasına, iç ve dış güvenliği sağlamasına bağlar. Bireyler, devlet olmadan ne din ne de dünya hayatlarını sağlıklı sürdüremezler. Yönetmekle yetkilendirilen kimseler hukuka uymak zorundadırlar. Devletin varlığının ve sürekliliğinin temel şartı, yönetimde adalet ve istişaredir. Hâkimler ve yöneticiler, halklarına eşit muamele yaparlar. Bu sözde veya yazıda değil özde ve uygulamada olur. Yoksa gemi su alır, tuz kokar. Toplumsal çürüme başlar, devlet, geriye dönüşü olmayan virüs kapar. Aksi takdirde bireyler, kırmızı çizgileri olan temel hak ve özgürlüklerini de kaybederler.
İbn Teymiye ise devletin yönetim şekliyle ilgili naslarda bir beyan bulunmadığını, yönetimde asli unsurun adalet olduğuna vurgu yapmıştır. Devlet yönetimi “ehlu’l hal ve’l akd” tarafından alınan kararlarla sürdürülür. İbn Teymiye ehlü’l hal ve’l akd’din her kademedeki âkil insanlardan oluştuğunu, bu yetkiyi de biat yöntemiyle gerçekleştirdiğini söyler. Keza İbn Teymiye, yönetimde iki temel ilkeye ‘adalet ve istişareye’ dikkat çeker. İbn Teymiye, devlet başkanının Müslim veya gayri Müslim olmasından çok, adil olup olmadığına dikkat çeker.
İbn Haldun devletin ortaya çıkmasını ise asabiyete, artı ürün elde etme anlayışına dayandırır. Peygamberin bile başarısını asabiyete dayandırır. Ona göre işbölümü ve iş taksimi önemli bir ayrıntıdır. İbn Haldun, şehirlerin kurtuluşunu devletin sağlayacağı emniyet, asayiş, hukuk ve adaletle gerçekleştiğini söyler. Yönetim modeli öngörmez.
Yönetim modelinden ziyade yönetimin halkın üzerinde aşırı baskı ve psikolojik dünyalarını ve şahsiyet yapılarının bozulmamasına dikkat çeker. Bu devlet baskısının kişilerin hür ve bağımsız bir şahsiyet gelişimine engel görür. Kişilerin psikolojik ve şahsiyet yapıları üzerinde kötü etkilere imkân tanınmamalıdır. Kanunlar ve devlet organlarının baskısı altında yaşayan insanlar, ürkek, korkak ve güvensiz olduklarına dikkat çeker.
İbn Haldun, yönetimde biat, itaatte rıza unsurunun içselleştirilmesini ister. Bu bireylerin siyasi rejimi meşru olarak algılamalarına, psikolojik sorunlara yol açmayı da engelleyeceğini söyler. Psikolojik yıkıma uğrayan bireyler, çalışma ve kazanma azimlerini yitirir. Yaşama sevinçlerini kaybederler. Bu durum halkın çalışarak yurtlarını imar etme ümitlerini kırar, yurtlarının bayındırlığını iptal ederler. Bu durum İslâm’ın dünyada ve ahirette mutluluk vadeden yönetimine de ters düşer. Oysa İslâm, birey ve toplumların mutlu ve adil bir dünya kurmasını yeğler. Saygılarımla.