Soğuk Savaş döneminde dünyada iki kutup üzerinden açıklanmaya çalışılmaktaydı. Amerika ve Rusya’nın kendi hinterlandları üzerinden egemenliği paylaştıkları bu dünyada, kapitalizm ve kominizim blokları kurtuluş iddialarını devam ettirmekte idiler.
Esasen Soğuk Savaş döneminin 1990’lardan itibaren sona ermesi, doğu blokunun çöküşü üzerinden daha fazla konuşulmaktaydı. Bu açıkça kapitalizmin ve onun varyantları olan liberalizm ve neo-liberalizmin tüm dünyada egemenliği anlamına gelmekteydi. Nitekim birçok ülkeler neo-liberal politikalara geçerek bu dönüşümün örneklerini oluşturdular.
Fakat süreç içerisinde Amerikan hegemonyası devam etmekle birlikte, giderek çok kutuplu bir dünya oluşmaya başladı. Amerika’nın gücü ve hegemonyasının etkinlik alanı oldukça yüksektir fakat bunun yanı sıra farklı güç odakları da dünyada uç vermeye başlamıştır. Söz gelimi; Çin özellikle ekonomik bakımdan Amerika’yı oldukça zorlayan ve dünyayı etkileyen değişimleri gündeme getiren bir güçtür. Gerçi Çin bu konumunu sürdürürken son derece dışarı kapalı ve despotik bir yönetime sahip görünmektedir. Hasılı dünyada farklı güç odakları bulunmaktadır. Mezkur güç odaklarını daha çok devlet nezdinde dile getirmekteyiz. Bu meselenin ilk bileşenidir.
İkinci bileşen ise, dünyanın çok farklı coğrafyalarında ulusaşırı sermaye haline gelmiş şirketler ya da güç odaklarıdır. Bunlar esasen yeni dünya düzeninde sürekli sermayeleri artan, buna paralel bir coğrafyaya yerleşik olmaktan çıkmış sermaye odaklarıdır ki, dünya ölçeğinde hem siyasi hem de ekonomik hareketleri belirlemeye çalışmaktadırlar. Hatta kimi sermayeler bazı ülkelerde yönetimleri değiştirmek, sermaye akışını belirlemek gibi stratejiler üzerinde çalışmaktadırlar. Doğrusu kapitalist ve neo-liberal politikalar eşliğinde etkinlik düzeyi yüksek güçler olarak bunları tanımlamak mümkündür. Bunlar belirli oranda devletlere bağlı olmakla birlikte, küreselleşmenin yeni gelişmeleri eşliğinde bu bağımlılıklarını azaltmaktadırlar. Esasen kripto paralardan e-ticaretlere kadar bir dizi gelişmeler devlete bağlı olmayan ve kontrolden uzak ulusaşırı sermayeyi yükseltmektedir.
Üçüncü önemli bileşen ise küreselleşme ile ulus-devlet arasında hala yaşanan gerilimlerdir. Küreselleşmenin her bakımdan yükselmesiyle ulus-devletin zayıflayacağı, hatta yok olacağı ve nihayetinde tek bir devlet ve topluma doğru gidileceği beklentisi dile getirilmişti. Hatta “global etik” başlığı altında tek bir etik işleyişin geçerli olacağı tartışılmıştı. Fakat süreç böyle gelişmedi. Özellikle küreselleşmenin getirdiği belirsizlikler, dünyanın küreselleşme ile birlikte insanın üzerinde giderek büyümesi ve insanın küreselliği kapsayamaması tekrar bilindik olanlara doğru bir teveccühü getirmiştir ki, bunların başında din ve geleneğin yanında ulus-devletler gelmektedir.
Bir yandan küresel hegemonya diğer yandan uluslararası göçler, yabancılar meselesi ulusçu perspektifleri tekrar yükseltmiştir. Fakat bu yükseliş yine de ulus-devletin özünde daha da güçlendiği bir duruma tekabül etmemektedir.
Tüm dünyada ulus aşırı şirketler ile uluslararası kuruluşlar (DSÖ, NATO vb.) etkinlik düzeyi yüksek biçimde ulus-devletlerin politikalarını belirlemektedirler. Bu durumda ulus-devletler daha çok global politikaların yürütücüleri olarak devrede bulunmaktadırlar. Bunun en önemli örneğini pandemi döneminde yaşadık. Nitekim Dünya Sağlık Örgütü’nün pandemi ilan etmesiyle birlikte tüm dünya kendi içine kapandı. Daha da ötede pandemi döneminde servetleri daha da artmış olan ulus aşırı sermayeler pandeminin ne zaman biteceği, hangi sürecin işleyeceği konusunda belirleyici açıklamalarda bulundular.
Bu durum küreselleşmenin global politikalarını daha dikkatli izlemeyi ilzam etmektedir.