Dil, bir milletin en değerli hazinesi, adeta üstüne titremesi gereken varlığıdır. Kulağa hoş gelen ahengi, matematik formülüne benzer düzgün ve ritmik dil bilgisi ile Türkçemiz, bize atalarımızdan kalıp torunlarımıza aktaracağımız en kıymetli mirastır. Yurtdışına her çıkışımda geride bırakıp en çok özlediğim husus olan Türkçe, bugün değişik lehçe ve ağızlar yolu ile olsa da Asya’nın bir ucundan Avrupa’nın bir ucuna yüz milyonlarca insan tarafından konuşulmaktadır. Fakat ne yazık ki bazen cahil, çoğu zaman da gafil ellerde güzel Türkçemiz bugün hoyratça hırpalanmış, eli kolu bağlanmış durumdadır.
Dilimizi diğer diller ile mukayese ettiğinde “kelime sayısı yetersiz, kısır” diye şikâyet edenlere sözüm; kullandığınız dil kullanana, yani size aittir. Dolayısıyla onu fakirleştiren de sizsiniz. Hakim ve yargıç kelimelerini ele alalım. Yargılama sözünden hareketle sonradan bulunmuş olan “yargıç” kelimesinin, dilimizde eskiden beri yaşayan bir kelime olduğunu kabul etsek bile (ki öyle değil), ifade muhteviyatı sadece “yargılayan” manası ile sınırlıdır. Oysa “hakim” kökü itibarıyla “hikmet”ten gelir. “Hüküm veren” manasına geldiği gibi, “hikmetli iş yapan” ve “yargılayan” manalarına da gelir; yani bütün o ifadeleri içine alır.
Şimdi siz, bu kadar derinliği olan ifadeleri toparlayan bir ismi bırakıp sadece işin yargılama yönü ile ilgilenirseniz ve Türkçemizin o güzelim ahenk ve üslubuna ters düşen, kulağı tırmalayan bir kelime türetirseniz elbette ki diliniz ifade kabiliyetinden bir şeyler yitirir. Oysaki sadeleşmeyi tabi akışına ve bu işin asıl sahibi olan, bu dili konuşan millete bıraksanız her şey mecrasında ilerleyecektir. Savcı kelimesi, mesela. Eskiden onun yerine kullanılan “müdde-i umumi” kelimesi insanların ağzına zor geldiğinden çoğu kez “müddeum” şeklinde kısaltmaya uğramaktayken, yerine bulunan “savcı” kelimesi derhal benimsenmiştir. “Hakim” kelimesi yerine getirilmek istenen “yargıç” kelimesi ise halk nezdinde tutmamıştır.
İngilizceyi ele alalım; bu dilde “talking”, “speaking”, “saying”, “conversation”, “interview” ile ifade edilen manaları son zamanlarda yapıldığı gibi sadece “konuşmak” fiiline indirgerseniz elbette diliniz fakirleşir. Oysa bir yakınınızla “hasbihal” edersiniz, dertleşirsiniz, resmi bir toplantıda “nutuk irat” edersiniz, karşılıklı “mülakat” yaparsınız; bunları kaldırıp bütün o manaları sadece “konuşma yapmak” ile karşılamaya kalkarsanız diliniz fakirleşir, hele de son zamanlarda nereden türediği bilinmeyen “konuşma gerçekleştirdi”, “işlem gerçekleştirdi” gibi saçma sapan tamlamaları dilinize yamarsanız diliniz sadece fakirleşmez, benliğini de yitirir. Atılan, bırakılan kelimelerin milletin ortak şuurunda, muhayyilesinde kendine has yeri ve derinliği vardır. Siz “gam”, “hüzün”, “elem”, “tasa”, “keder” kelimelerini atarsanız, sadece o sözcükleri değil ifade ettiği manaları da benliğinizden silip atarsınız. Yerine ikame edilmek istenen “üzüntü” kelimesi ise çok sığ ve boş kalır. Dilimize yerleşmiş “gam çekme gönül”, “hüzün ki en çok yakışandır bize”, “sevinçte ve tasada bir millet” vs. sözlerini gelin de üzüntü ile ifade edin bakalım. Dilin yaşayan bu kelimelerini atarsanız, onların hepsinin teker teker ifade ettiği mefhumları da atmış olursunuz. Böyle bir durumda sadece diliniz değil fikir dünyanız da daralır, kısırlaşır.
Her dil o milletin benliği, hafızası, yaşayan bir varlığıdır. Bir millet hangi sahada ileri gitmiş ise, çizgisi ne yönde ise o alandaki kelimelerinin fazla ve detaylı olması gayet tabidir. Türkçede teyze, hala, elti, görümce, amca, dayı gibi hısımlık ifade eden kelimelere İngilizcede sadece “aunt “ve “uncle” denmesi, onlar için dil zenginliğinde bir eksiklik olmadığı gibi, teknik terimlerin İngilizcede çok fazla ve detaylı olup da bizim dilimizde Türkçe karşılıklarının az sayıda olması da bizim için bir eksiklik değildir. Akrabalık ve hısımlık ilişkileri bizde son derece gelişmiş olduğu için her yakınımıza ayrı ayrı hitap ettiğimiz sözcükler bulunmaktadır. Oysa Batıda aile, akrabalık ilişkileri bizimki kadar güçlü değildir; bu yüzden doğal olarak dillerinde akrabalık ile ilgili çok az kelime bulunmaktadır. Arapçada, deve yavrusunun yaklaşık 10 tane ismi olduğunu, Eskimoların da kar yağışına yine benzer şekilde çok sayıda adlar verdiğini öğrendiğimde de şaşırmamıştım; insanlar neyle iştigal ediyorlarsa dilleri de o yönde tekamül ediyor. Diğer bir deyişle, insanlarınız bir işle uğraşıyorsa ve bu durum meşgale haline getirilmişse yapılan fiilin karşılığı isim olarak dilinizde var olabiliyor.
Daha iyi anlaşılması için İngilizce ile ilgili örneklere devam edelim. “Flying” kelimesinin anlamı Türkçede gayet açıktır: Uçmak; “running” kelimesi ise koşmaktır. Gelelim “sailing” sözcüğüne. Sözlüğü açıp bakarsanız bu kelime için “yelkenli ile gitmek”, “denizde gitmek” vs. karşılıklarının olduğunu görürsünüz. Fakat uçmak, koşmak gibi bu sözcüğün Türkçede kısa ve net bir karşılığı yoktur. Bunun nedeni ise milletimizin, tarihin eski devirlerinden beri deniz ve denizcilikle pek ilgisi olmayan bir kara toplumu olmasından kaynaklanmaktadır. Bizler, Orta Asya’dan bu yana fetihlerini, ilerleyişini hep toprak üzerinde yapan, devletinin en güçlü olduğu devirlerde bile donanmasını denizlerde hakimiyet kurmak, yeni ve uzak coğrafyalarda keşif ve hükümranlık elde etmek gayesine matuf kullanamayan, Amerika kıtasının keşfi ve kolonizasyonu gibi tarihi bir süreci kaçıran, nihayetinde Anadolu’da yerli Rumlardan balık kültürü öğrenen bir milletizdir. Evet, bizim insanımızın mutfağında daha son zamanlara kadar balık ve balık kültürü yoktur. Balıkların nasıl pişirildiği ve yenildiği ile ilgili bilgi dağarcığı mutfağımıza yüzyıllardır bir arada yaşadığımız Rumlardan geçtiği gibi, bugün herkesin ezbere bildiği istavrit, tirsi, kefal, mezgit, çinekop, kofana gibi balık isimleri de Rumcadır.
Keşiflerden bahsetmişken, Amerika kıtasını keşfeden Kristof Kolomb’un pek bilinmeyen bir hikâyesini anlatmadan olmaz. Efendim, Kolomb keşif seyahatlerinden önce para, gemi vs. bulmak için çaldığı her kapıdan geri çevrilmesi üzerine zamanın Türk hükümdarı Sultan II. Bayezid’in (Fatih Sultan Mehmed’in oğlu, Yavuz Sultan Selim’in babası) huzuruna gelerek “Sultanım, bana para, gemi, silah verin, sizin adınıza ülkeler fethedeyim” der. Ancak ne babası ne de oğlu gibi ileri görüşlü olamayan padişah bu teklife kayıtsız kalır. İşte, çağını okuyamamış, basiretsiz bir sultanın o gün tahtta bulunmasının neticesi: Yağmalanan, talan edilen koca bir kıta ve soykırıma uğratılan, bir tane bile bırakılmayan yerli halklar. En şaşalı devirlerinde bile büyüklükleri Osmanlı Devleti ile mukayese edilemeyecek olan Portekiz ve Hollandalılar, sırf birer denizci millet olmaları sayesinde Antiller, Afrika, Endonezya gibi ülkelerinden çok çok uzak topraklarda hakimiyet kurarken, bizler elde imkan varken bile okyanuslara açılamamışızdır. Akdeniz bir Türk gölü haline gelmiştir. Afrika, Hint Okyanusu, Endonezya kıyılarında varlık göstermişizdir, bu doğrudur fakat ticaret yollarının okyanuslara kayması ve buraların anahtarlarının İspanyol ve İngilizlere geçmesi ile yeni kıtanın bütün zenginlikleri buralara akmış ve bunlardan mahrum kalan devletimiz gerçek manada gerilemeye başlamıştır. “Zamanın ruhunu okumak” veya “tarihi yaşarken yakalamak” dedikleri de bu olsa gerek.
Denizlere hakimiyetten bahsetmişken, dünün büyük dünya imparatorlukları gibi (İngiltere) bugünün dünyaya hakim olan devletleri de (ABD), temelde hep denizci veya denizlere hakim olan devletlerdir. Bu iki devletin askeriyesinde donanmaları en ön sırada yer alır, herhangi bir harekat denizciler eliyle yürütülür. İngilizlerin I. Dünya Savaşı’nı, keza Amerikalıların II. Dünya Savaşı’nı kazanmalarının temel sebebi denizlere hakim olmalarıdır. Bu durum, bizim de tez elden denizlerle ilgili tavrımızı gözden geçirmemizi gerektirmektedir. Fakat üç tarafı denizlerle çevrili bir memlekette daha henüz gemi taşımacılığını doğru dürüst beceremeyen insanların bunu nasıl yapacağı ise cevabı zor bir sorudur!
Bırakın bugünleri, devletin o eski, ihtişamlı devirlerine bakalım isterseniz. Sadece bizim değil, tarihin gördüğü en büyük amirallerden olan Barbaros Hayreddin Paşa -ki kendisi devlete Cezayir, Tunus gibi memleketler hediye etmiştir-, hizmetleri karşılığında padişah tarafından vezir rütbesiyle taltif edilmek istendiğinde Divan-ı Hümayun’daki vezir-i azam ve diğer vezirler Kanuni Sultan Süleyman’a itiraz etmişler ve denizcilerin birkaç rütbe birden atlayarak vezir payesi almalarının devletin geleneklerine aykırı olduğunu söylemişlerdir. Bundan dolayı, o koca Barbaros’a ancak beylerbeyi unvanı verilebilmiştir. Çok sonraları, iki-üç rütbe birden atlatılarak vezir ve Kaptan-ı Derya yapılan bir paşa terfi için müjdelenince ağlamaya başlayacak, niçin ağladığı sorulunca da “Zamanında Hayreddin Paşa’ya verilmeyen rütbeler bugün benim gibi onun tırnağı bile olamayacak birine veriliyor, vah bu devletin haline!” diyecektir.
Söz Barbaros’tan açılmışken, çoğu kişi bu lakabı isim zanneder fakat Latince bir kelime olan Barbaros “kızıl sakal” demektir. O büyük denizci, sakalının kırmızı olması nedeniyle Batılılar tarafından böyle adlandırılmış, bu kelime oradan da Türkçeye geçmiştir. Asıl adı Hızır olan Hayreddin Paşa’ya “Hayreddin” ismini de Sultan Süleyman takmıştır. Ağabeyi Oruç Reis ve kardeşi İlyas Reis ile birlikte kendilerine çok büyük yardımlarda bulunan, onları himaye edip “Barbaros kardeşler” haline gelmesini sağlayarak Türk denizciliğine unutulmaz hizmetleri bulunan Şehzade Korkut’u da (kendisi Yavuz Selim’in kardeşidir) yeri gelmişken şükranla anmak gerekir. Bu ileri görüşlü şehzade, önceleri saltanata karışmamak şartıyla kardeşinden canına dokunulmaması için söz almışken, ileriki zamanlarda kışkırtmalara kanarak isyan bayrağı açıp Sultan Selim ile girdiği taht kavgası savaşını kaybederek öldürülecek, daha sonra İstanbul’a çağırılan Barbaros Hayreddin Paşa, kendisi ve kardeşlerinin Şehzade Korkut’un adamları ve bağlısı olması nedeniyle ilk başlarda Yavuz Sultan Selim’in hışmından ürkerek saraya çekinerek gidecektir. Oysa Sultan Selim, devletin dirliği için katlettirdiği ağabeyi Korkut için çok üzülmektedir ve Barbaros’u “Hızır Lalam, sen benim karındaşımın emanetisin” diyip kucaklayarak ayakta karşılayacak ve kendisine devletin tüm imkanlarını sunacaktır. Her ne kadar denizcilik konusunda eksiklerimizi eleştirsek de, devletin kuruluşundan itibaren 150-200 yıl gibi nispeten kısa bir sürede, denizcilik geçmişi olmayan bir milletin dünyanın en güçlü donanmasına sahip olmasını da takdir etmek gerekir.
İsterseniz denizcilik bahsini benim yıllardır arzuladığım bir hayal ile kapatalım: Dünya denizlerinde dolaşan, isimleri Barbaros, Preveze, Turgut Reis olan, tamamen ülkemizde imal edilmiş uçak gemileri ve üzerlerinde yine ülkemizde üretilmiş uçaklarla dolu bir donanma; düşmana korku, dosta güven veren bir güç. Ne güzel olurdu, değil mi?
Ülkeniz, insanlarınız hangi kültür coğrafyasında bulunuyorsa, hangi dillerle komşuluk yapıyorsa dilinizin o dillerden etkilenmemesi imkansızdır. Orta Asya devirlerinde Moğolcadan birçok sözcük alan Türkçe, zaman içerisinde insanımızın bitmek bilmeyen göç ve hareketi sebebiyle Urduca, Farsça, Arapça, Rumca, İtalyanca ve sayamadığım diğer Avrupa dillerinden sözcükler alıp vermiştir. Sadece biz mi, İngiltere gibi İran kültürüne en uzak görünen bir milletin diline dahi Farsça kelimeler yerleşmiştir. Aşağıda vereceğim misaller kelimenin Farsçası, İngilizcesi ve Türkçesi olarak sıralanmıştır:
Birader-brother (erkek kardeş)
Mader-mother (anne)
Peder-father (baba)
Duhter-daughter (kız çocuk)
Süggar-sugar (şeker)
Gündelik hayatta en sık kullandığımız “çünkü” bağlacı Farsça, “ve” bağlacı ise Arapçadır. Bu iki sözcüğü dilinizden atın bakalım, meydana gelebilecek felaketi düşünebiliyor musunuz? İngilizler olsun veya diğer milletler olsun, gayet güzel bir şekilde bu ve bunun gibi daha binlerce başka dilden kendi dillerine geçmiş kelimeleri kullanmaktadırlar ve bu durumdan da hiç gocunmamaktadırlar. Almancadan İngilizceye veya tam tersi İngilizceden Almancaya geçmiş, neredeyse aynı şekilde yazılıp okunan kelimelerin çokluğunu bilseniz epey şaşırırdınız. Dahası da var, adamlar kendi dillerine sahip çıkıp müdafaa etmektedirler. Örneğin, bir zamanlar İngiliz-Fransız ortak yapımı Concorde uçakları vardı, bilirsiniz. İşte, o uçaklara sıra isim vermeye gelince bir harf -evet bir harf- yüzünden iki ülke arasında mini bir kriz çıkmıştı. İngilizler uçağın isminin yazılışının “Concord” şeklinde olmasını, Fransızlar ise “Concorde” şeklinde olmasını savunuyorlardı. Anlayacağınız, ismin sonundaki bir “e” harfi yüzünden epey tartışmalar yaşanmıştı. Sonuçta Fransızların dediği oldu ve uçağın isminin Fransızca dil bilgisi kaidelerine göre yazılması kabul edildi.
Diyeceksiniz ki, bir harf için bu kadar gürültüye değer mi? Eğer dilinize sahip çıkıyor ve onu gerçekten savunuyorsanız evet, değer. Gerçi burada İngilizler “e” harfini kabul etmişlerdir ama dilleri başta olmak üzere, ulusal değerleri söz konusu olduğunda son derece tutucu ve muhafazakardırlar. Mesela, Avrupa Birliği’nde oldukları zamanlarda para birimi olan euroya geçmemişler, yani egemenlik haklarını uluslar üstü bir yapıya devretmemişlerdir. 1930’lu yıllarda Mısır’ın başına getirdikleri kukla idarecilerden Kral Faruk, (adamcağızın belki de tek isabetli öngörüsü) İngilizlerin kendi krallarına karşı duyduğu saygı, bağlılık ve muhafazakarlık hisleri için “Gün gelecek dünya üzerinde 5 tane kral kalacak, dördü iskambil kâğıtlarında biri de İngiltere’nin başında” demişti. Diğer yandan bir başka örnekte ise, eğer bir İngiliz bilim adamı bir keşifte bulunmuşsa, bulunan şey bulan İngiliz’in ismi ile anılırken (örn. Addison hastalığı, onu bulan İngiliz hekim Thomas Addison’un adı ile anılır), eğer keşif başka bir millete (özellikle de ezeli rakipleri olan Almanlar) mensup birisi tarafından yapılmışsa iş değişir (örn. Radyolojide kullanılan x ışınları tüm dünyada onu bulan W. Röntgen’in anısına Röntgen ışınları olarak anılırken, İngiliz ve Amerikan-Anglosakson literatüründe x-ray olarak adlandırılır).
Konumuz olan dil meselesinde acaba biz ne durumdayız? Akıntıya kürek çeken cahil tayfasından bahsetmiyorum. “Dilde sadeleşme gerekir, halkın konuştuğu dil ancak bizim dilimizdir” deyip yüzlerce yıldır kullanılan kelimeleri atıp masa başında sözcük uyduranlar, en hafifinden gaflet içerisindedirler. Niçin İngilizler, Almanlar, Fransızlar kendi dillerinde sadeleşme yapmıyorlar veya bunu gündeme getirmiyorlar? Niçin bir İngiliz, Shakespeare’in veya bir başka yazarının 400-500 yıl önce kaleme alınmış eserlerini okuyup anlayabiliyor da, ben bırakın o kadar eskiye gitmeyi, 50-100 senelik eserleri anlayamıyorum? Benim yıllardır, güzel İstanbul’umuzu yıkıp yakarak talan ile mahvetmemize yönelik şaka yollu söylediğim bir söz vardır: “İstanbul’un tek talihsizliği Türklerin elinde kalmasıdır” diye. Maalesef öyle, yeni dünyayı ve oralarda hepsi de birbirine benzeyen kişiliksiz şehirleri kastetmiyorum. Az çok tarihi geçmişi olan dünyanın hiçbir şehrinde, bizim İstanbul’a yaptığımız ve halen daha yapmakta olduğumuz tahribatı kimse yapmamıştır ve yapamaz da. Bugün “bana bir eski Türk mimarisi örneği gösterin” diyecek birisine, üstelik İstanbul gibi, imparatorluklara başkentlik yapmış, dünya incisi bir şehirde verecek cevabı olmayan, mimari estetik ve kültürden nasibini almamış, çirkinlik abidesi beton yığınlarında yaşayan insanlar topluluğu aynı yıkımı kendi dillerine de reva görmüşler ve görmektedirler. Televizyonlarda rastladığımız “İstanbul’da falan konak yangına yenik düştü, bir tarih daha yandı” türünden haberleri eskiden üzülerek takip ederdim, artık üzülmeyi bıraktım; kendi geçmişini, benliğini, hafızasını kasıtlı olarak yakıp kül eden bu insanlar topluluğu ile ilgili haberlere rastlayınca midem bulanıyor, başka kanala geçiyorum. Niçin böyleyiz? Yabancıların bizim hakkımızda söylediği “Türklerin geçtiği yerde ot bitmez” sözünü haklı çıkarırcasına, bir millet kendi mimarisine, diline, musikisine, hâsılı kendi benliğine nasıl bu kadar düşman, bu kadar yıkıcı olabilir? Zannediyorum, özünü ve geçmişini bilmeyen cahil nesiller ancak kendisine düşmanlık yapar.
Musikimizden örnek verecek olursak, sizlere Hamparsum Limonciyan kimdir diye sorsam acaba kaç kişi cevap verebilir? Ermeni asıllı bu bestekar ve büyük müzik adamının, 1800’lü yılların başında Türk müziği için tamamen kendine has bir notalama sistemi geliştirdiğini ve bu sayede birçok Türk müziği bestesinin yitip gitmekten kurtulduğunu kimler bilmektedir? Yahut Meragalı Abdülkadir desem, acaba kim bu büyük bestekarın Türk müziğinin gelmiş geçmiş en büyük şahsiyeti olduğunu biliyor? Ben hepsini biliyorum, diyen varsa tebrik edip alnından öpmek gerekir. Zira dünyanın geri kalan milletleri gibi insanımız da öyle bir Batı kültürü bombardımanı altındadır ki, kendi musiki şaheserlerinden bi’haberdir; dinlemez, dinlese de zevk almaz. Dünya bugün tek evrensel müziğin Batı müziği olduğu, notalama sisteminin, ses aralıklarının, hâsılı musikiye ait ne varsa hepsinin Batı medeniyetinden çıktığı konusunda adeta beyni yıkanmış durumdadır. Öyle ki, Batı ülkelerinin tamamında temel eğitimde musikinin bütünüyle kendi müziklerinden ibaret olduğu, başka kültürler veya başka müzik kültürlerinin adeta bulunmadığı zihinlere işlenir. Musikide olsun veya başka alanlarda olsun, var olanın tamamının Batı kültürü ürünü, diğerlerinin ise yok hükmünde olduğu öğretilir. Ben bir klasik Batı müziği parçasını zevkle dinleyip anlayabiliyorken, benim müziğimi bir Batılı bırakın dinlemeyi, ne anlar ne de zevk alır.
Örneğin, bir Friedrich Chopin’in “Vals” isimli bestesini veya Çaykovski’nin “Napolitan şarkı”sını ya da L.v. Beethoven’in “Mondschein” isimli sonatını ne zaman dinlesem tekrar tekrar hayran olurum. Lakin bir Batılı, isterse eğitimli, rafine kültür zevkleri olan birisi olsun, Itri’den, Dede Efendi’den bir besteyi ne dinleyebilir ne de bizim musiki tınılarımız onların ruh dünyalarına tesir eder. İlaveten, hadiseyi “ses zenginliği” açısından ele alırsak, Türk müziğindeki seslerin zenginlik ve ahengini, ses kıvraklığını Batı musikisinde bulmak imkânsızdır. Ne yazık ki Türk müziği tıpkı mimarimiz, tarihimiz gibi -o koca mirası devralan evlatları pek hayırlı olmadığından- hak ettiği noktanın çok uzağındadır. Sadece biz mi; köklü birer müzik kültürleri bulunan Çin, Hint ve İran toplumları da aynı eziklik ve aşağılanmanın içerisindedir. Unutmayalım ki, atalarımızdan bize kalan her şeyin şu an sahibi biziz, onları koruyup kollayacak ve istikbale aktaracak da yine bizleriz. Sen, ben, bizler sahip çıkmayacağız da kim sahip çıkacak? Okullarımızda, hem de her kademede, çok ciddi bir musiki kültürü ve bilgisi öğretmeli; mimarisine, sanatına, musikisine sahip çıkıp onları anlayan, bu alanda eserler veren nesiller yetiştirmeliyiz. Sadece kendi kültürümüz değil, Batıyı ve Batılıyı anlamak için gençlerimize en az iki yabancı lisanı mükemmelen öğretebilmeli ve bunu öğretecek öğreticileri yetiştirmeliyiz. Sistemse sistem, öğretmense öğretmen; çocuklarımız aynı zamanda Batı kültürünün temel eserlerine, felsefesine vakıf olmalıdır.
Dil meselesine geri dönecek olursak, dünyanın her tarafında halk günlük 300-500 kelime ile konuşur. İngilizler de böyledir, Almanlar, Türkler veya başka milletler de. Geri kalan dil hazinesi ise edebiyat ve o alanda kalem oynatacak erbabı içindir. Dünyanın her tarafında günlük dille yazılan yazılar adı üzerinde “günlük” olarak kalırlar; dilin hazinelerine dalıp ifade zenginliğini ortaya çıkaran eserler ise “klasik” olurlar. Yine dünyanın hiçbir tarafında edebi şaheserler, bilim eserleri, sözcük dağarcığı 500 kelimeyi geçmeyen insanlar tarafından bütünüyle anlaşılmak zorunda değildir; kelimeyi bilmeyen açar sözlüğe bakar, manasını öğrenir. Siz dil hazinenizi hoyratça tarumar eder ve kısırlaştırırsanız, ne dede torunu anlar ne de torun dedeyi. Bırakın yüzlerce yıllık eserleri, 30-40 yıl önceki yazılanları anlamak için tercümana ihtiyaç duyar hale gelirsiniz. Bu kısır dille, daha nesillerin bile birbiriyle anlaşamadığı bir zaman ve zeminde ne şiir ne de roman yazılır, ne büyük fikir adamları ortaya çıkar, ne de kültür ve sanat serpilip gelişir. Hepsi birbirine bağlıdır. Atalarınızı anlamıyorsanız geçmişle bağı koparmış nev-zuhur bir topluluk haline dönersiniz. Eskiler ne demiş, nasıl yaşamış, bizlere ne bırakmışlar, bütün bunlar hayal olup gider. Kültürünüz, mimariniz ve sanatınız yozlaşırsa konuşmayı bilmeyen, belli bir sosyal terbiye içindeki iletişimden nasibini almamış nesiller ortaya çıkar. Sonuçta bugün yaşadığımız realite ile karşı karşıya kalırız: Çoluk çocuğumuz İngilizceden aparma üç beş kelime ile birbirleriyle bağıra çağıra konuşur hale gelir. Çocuklarımızın kabahati yok. Ana-baba zaten genellikle o konularda cahil, görgüsüz. Çocuk açıyor televizyonu, muhabirinden dizi oyuncusuna kadar yeteneksizliklerini bastırmak istercesine marifetmiş gibi bağıran bağırana. Bunun yanı sıra, filmlerde ve dizilerde argo laflar, sığ ve zekâdan nasibini almamış espriler gırla gidiyor. Böyle bir ortamda gelin de çocuğunuza edebiyatımızdan, kaybettiğimiz mimarimizden, musikimizden söz açın bakalım. Belki sanat musikisinin nağmeleri kulağınıza hoş gelebilir ama bu sefer de sözlerinden ve musikinin ruhundan bir şey anlamazsınız. Tıpkı Yahya Kemal’in dediği gibi olur:
“Çok insan anlayamaz eski musikimizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden”
İsterseniz, yine tarihten örnek vererek lafımızı noktalayalım. Yıl 1908, yer İstanbul, Haydarpaşa tren garı. Biliyorsunuz, İstanbul’daki bu bina geçen yüzyılın başlarında Alman hükümetinin mali katkıları ile Alman mimarlarca inşa edilmişti. İşte, o tarihi binanın açılış töreninde beklenmedik bir şey olur: Alman ve Türk hükümet üyeleri ile diğer ileri gelen misafirler önünde kürsüye çıkan Alman konuşmacı, önündeki kâğıttan okuyup zor da olsa Türkçe nutuk söyler. O Alman konuğu kürsüsüne Almanca harflerle Türkçe metni yazıp yerleştirerek Türkçe konuşturan kişi, devrin Nafia (Bayındırlık) Bakanı Hallaçyan Efendi’dir. Ermeni asıllı olan Bedros Hallaçyan, yabancı dil bilmesine rağmen kendisi de konuklara Türkçe hitap edecektir. Törenden sonra yabancı konuşmacıyı niçin Türkçe konuşmaya zorladığı, bu durumun Almanlara karşı ayıp olduğu kendisine hatırlatılınca “Burası Türk toprağı, resmi bir açılışta nutuk Türkçe olmalı, Türkçeden başka bir dil konuşturtmam” diyecektir. İşte böyle, en az onun kadar dilimize sahip çıkabilmek ümidiyle umalım ki güzel Türkçemiz dünya dil aileleri arasında hak ettiği yere kavuşur, kalem ustaları da bu dilde şaheserler verirler. Bugün herkesin İngilizceye koştuğu gibi Türkçenin revaçta olacağı, sanatımızın, kültürümüzün dünyaya hakim olacağı günler dileğiyle, saygılar efendim.
2 yorum
Kıymetli hocam çok güzel anlatmışsınız. Kaleminize yüreğinize sağlık.
Çok değerli hocam elinize sağlık. Ne kadar zengin bir dilimiz olduğunu hatırlattığınız için teşekkür ederiz.