Din, insanlara varlıklarını anlamlandırma konusunda rehberlik rolünü üstlenmiştir. “Nereden geldiği, niçin var olduğu ve nereye gideceği” türünden sorularını cevaplandırmak suretiyle insanoğluna rehberlik etmek dinin en temel vazifesidir. Bilim ise insanoğlunun deney, gözlem ve düşünce aracılığıyla ulaştığı bilgileridir. Bu bilgilerin bazısının zaman içerisinde değişebildiği ve yenilenebildiği dikkatlerden kaçmamaktadır.
Din; evren, güneş, ay, yıldızlar ve rüzgarlardan bahsederken bilimsel bilgi verme amacı gütmemektedir. İnsana değerini hissettirmek ve mevcudatın kendisine hizmet etmek üzere planlandığına dikkat çekmeye çalışmaktadır. Daha önce yaşamış peygamberlerin ve toplumların hayatlarından kesitler sunarken de dinin amacı tarihi malumat vermek değildir. İnsanın anne karnındaki oluşum safhalarını vurgularken yine dinin gayesi beşeriyeti tıp konusunda bilgilendirmek olmamıştır. Aksine din bütün bunları bir argüman olarak kullanmakta ve insana varlığını anlamlandırma, dünyadaki hayatını doğru yaşama ve sonraki hayatında da pişman olmama adına rehberlik sunmaktadır. Dolayısıyla dinin verdiği bilgilerin bilimselliğinden bahsetmek, dine, üstlenmediği bir rolü yüklemekten başka bir anlama gelmeyecektir. Vahiy mahsulü eserlerin özellikle de Kur’an-ı Kerim’in bir matematik, astronomi, tarih, coğrafya, edebiyat, fizik… kitabı olmadığı işin erbabınca hakkı teslim edilen bir gerçektir.
Bu durum din ile bilimin karşıt biçimde konuşlandırılmasını da gerektirmemektedir. Çünkü din, insana bilime karşı olması şeklinde bir direktifte bulunmamıştır, bulunmaz da! Din insana, hayatını varlık amacına uygun şekilde yaşaması konusunda rehberlik etmektedir. Dolayısıyla insan, yaşamını devam ettirirken pek çok argümandan yararlandığı gibi bilimden de faydalanacak, hatta hayatını onun sunduğu imkanlarla devam ettirecektir.
Bu açıdan bakıldığında Kur’an-ı Kerim’deki kimi âyetlerin bilimsel veriler doğrultusunda açıklanması çabası çok anlamlı durmamaktadır. Lakin geçtiğimiz yüz yılda Tabâtabâî (ö. 1981), Elmalılı Hamdi Yazır (ö. 1942), Tantâvî Cevherî (ö. 1940) ve Muhammed Abduh (ö. 1905); daha önceki dönemlerde de Ahmed el-İskenderânî (ö. 1889), Fahreddin er-Râzî (ö. 1210), Gazalî (ö. 1111) gibi müfessirlerin ilmî tefsir yaklaşımını benimsemeleri ve muhtevası bilimle kesişen âyetleri bu doğrultuda yorumlamaya çalışmaları dikkatlerden kaçmamaktadır. Mesela Hûd suresi 40. âyetinin buharla çalışan vapura; Ra’d sûresi 2. âyetinin yerçekimi kanununa; A’la sûresi 4-5. âyetlerinin taşkömürünün oluşumuna; Yâsîn sûresi 80. âyetinin de elektriğe delalet edebileceği şeklindeki değerlendirmeleri Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu çabasının ürünleri olarak ortadadır.
Tarihi süreç içerisinde bu tür eğilime sahip olan müfessirlerin bilimsel tefsir yaklaşımını benimsemelerinde, sahip oldukları Kur’an tasavvurunun etkili olduğu görülmektedir. Mevzubahis müfessirler Kur’an-ı Kerim’i -Allah kelamı olması hasebiyle- tarihin değişik dönemlerinde ve toplumlarında farklı manalara gelebilecek çok anlamlı bir kitap olarak tasavvur etmişlerdir. Aslına bakılırsa Kur’an-ı Kerim çok anlamlı bir kitap değil, tek anlamlı bir kitaptır. Bu anlamlar da nüzul dönemindeki manalardır. Tefsir ilminin vazifesi ise bu manaları keşfetmektir. Buna mukabil Kur’an’ın çok anlamlı bir kitap olduğu kabul edildiğinde, dinin kaynağı birleştirici bir unsur olmaktan ziyade parçalayıcı bir vasıtaya dönüşmekte ve herkes istediğini Kur’an’a söyletme noktasında kendisine alan açmaktadır. Dinlerini parçalayanların akıbetleri ise Kur’an’ın muhtelif ayetlerinde (örnek olarak bk. En’âm 159, Mü’minûn 53-54) uyarıcı bir üslupla dile getirilmektedir.
Vahyin/Kur’an’ın, tarihin sonraki dönemlerine yönelik rehberliği ise farklı bir konudur. Bunun için yorumlanan Kur’an değil, hayatın kendisi olmalıdır. Alimler, kendi toplumsal meselelerine çözümler üretmek maksadıyla -Kur’an’ın rehberliğinden istifade ederek- çıkarımlar yapmalı, yapılan çıkarımlar uzman ilim insanlarının onayına sunulmalı ve kabul edilen görüşler hayata geçirilmelidir. Bu durumda yapılan çıkarımlar, Kur’an ayetlerinin manası değil, alimlerin değerlendirmesi olacaktır. Bir başka ifade ile çıkarımlar Kur’an’a/Allah’a isnat edilmeyecek ve beşer düşüncesi ilahileştirilmeyecektir. Bu tablo, Müslümanları, Allah’a iftira atma yanlışından da kurtarmış olacaktır. Allah’a iftira atanların ise Kur’an’da ifade edildiği üzere (el-En’âm, 144; en-Nahl, 116; Tâhâ, 61) iflah olmaları mümkün olmamıştır, olmayacaktır da!
Sonuç itibariyle din ile bilim birbirine rakip iki alan olarak algılanmamalıdır. Bilim, insanoğlunun tecrübî, deneysel ve gözleme dayalı bilgi kaynağıdır. Din ise doğası itibariyle insan hayatının tamamını kuşatan bir yapıya sahiptir. İnsana, dünyasına ve ahiretine yönelik rehberlik sunmaktadır. Bu bağlamda bilimsel tefsir faaliyeti, vahyin hedefleriyle uyumlu olmadığı gibi Yüce Allah’ın Müslümanlar’a yüklediği bir vazife de değildir. Müslümanların vazifesi, Kur’an âyetlerinin nazil oldukları dönemdeki anlamlarını keşfetmek ve yaşadıkları dönemin meselelerine çözümler üretirken Kur’an’ın rehberliğinden istifade etmektir.