Başlıktaki soruya her iki şıkkı da ihtimal dahiline sokacak bir tartışma yapmakla cevap verilebilir. Bu bağlamda hemen peşinen belirtmek gerekirse, din bir yandan bilimin mevcudiyeti ve gelişimi için bir şans, hem de duruma göre bir engel olabilir. Şimdi sırasıyla bu hükümleri açımlamaya çalışalım.
Bilim modern dönemin epistemolojik kesinliğini ifade etmek üzere işe hızlı başlamıştı. Öyle ki, uygun yöntemler uygulandığında, bilimin çıktılarının kesin sonuçlar taşıyacağı erken modernlik dönemlerinde varsayıldı. Fakat fenomenler dünyasıyla sınırlı ve insani etkinlik olan bilimsel sonuçların bu kadar da kesinlik taşımadığı daha sonraki dönemde bilim felsefesi ve bilim sosyolojisinin tartışmaları içinde hatırı sayılır bir yer kapladığı görülmüştür.
Nitekim bütün vakaları görmeden ve deneyimlemeden kesin sonuçlara ulaşılamayacağı tezinden hareketle geliştirilen itirazların oluşturduğu kriz, Karl Popper’ın “yanlışlamacılık” teorisiyle aşıldı. Yine bilimde kesin ilerleme öngören yaklaşımın ideolojik olduğunu Thomas Kuhn’un “paradigma” teziyle daha iyi anlaşılmış oldu. Ona göre bilimlerde ilerleme gibi görülen şey bir yanılsama olup, ancak paradigmaların değişiminden bahsedilebilir ki, böylece “doğruluk” ve “yanlışlık” kriterlerini değişebileceği de anlaşılmış olmaktaydı. Bu kırılma aslında aynı zamanda postmodernliğe geçişle de bağlantılı bir durumdur. “Akla Veda”, Bilim Kilisesi”, “Bilimin Tiranlığı” gibi kitaplarıyla bilimin temellerine yönelik eleştiriler yapan Paul Feyerabend, bilhassa bilimin tek bilme tarzı olmasına yönelik kuvvetli itirazlarıyla tanınmaktadır.
Bu bağlamda süreç içerisinde en azından bilimin bir ağzından malzeme verilince öbür taraftan kesin sonuçlar alınan bir mekanizma olmadığı anlaşıldı ve kabul edildi. Nihayetinde bir insani etkinlik olarak bilimin aynı konularda birbirinden farklı sonuçlara ulaşması; bir başka deyişle ictihadi farklılıklara sahip olması olgusal bir durumdur. Nitekim Kahvaltının faydalı olup olmadığı tıpçılar arasında tartışmalı bir konudur. Yine on sene önce bilimsel olarak açıklanan bir görüş, on sene bulguların değişmesine bağlı olarak değişmektedir. Bunlar bilim açısından gayet doğal bir durumdur. Çünkü bilim ucu açık bir insani etkinliktir.
Fakat bugün gelinen noktada bilimle ilgili bir başka sorun bulunmaktadır. Bu sorun, Lyotard’ın da vurguladığı üzere Batı’da belirgin hale gelen sermaye ve bilim arasındaki ilişkidir. Lyotard’a göre, sermaye bilhassa sosyal bilimler alanında birtakım araştırmalar ve ürünler için üniversiteye fonlar aktarmakta; dolayısıyla çıktılara yani sonuçlara etki edebilmektedir. Bu durumu bir başka yazımda “parayı ver, hakikati belirle” şeklinde ifade etmiştim. Bu durum bilimi reddetmeyi gerektirmemekle birlikte, bilimin sonuçları konusunda daha dikkatli olmak gerektiğini en azından bize hatırlatmaktadır. En azından reklamlarda çıkan İsviçreli bilim insanlarının neyi niçin onayladıklarını bilmek hakkımızdır.
İlkin genetik konusundaki bilimsel çalışmalara bakabiliriz. Genetik konusundaki bilimsel çalışmalar öncelikle insanın daha iyi edilmesini hedefliyorlar. Son kertede insanın gen haritasının çıkarılmasından, sağlık konusunda gelecekte problem unsurların önceden tespit edilerek giderilmesi üzerinde çalışıyorlar. Fakat bu, meselenin sadece bir boyutu. Diğer önemli boyut ise insan ırkının daha da iyileştirilmesi bağlamında öjenik hedeflere yönelik bilimsel faaliyetlerin hızlanmasıdır. Burada bir yandan giderek dünyada birer pürüz olarak görülen unsurların ayıklanması, diğer yandan etnik arındırma gibi başlıklar temel bir endişe unsuru olarak devreye giriyorlar. Jürgen Habermas da “İnsan Doğasının Geleceği” isimli kitabında çok geniş bir biçimde farklı endişelere yer vermektedir.
Burada gönderdiği vahiy ile insanın tabiatla ilişkisini sürekli diri tutmaya çalışan dinin bilime yönelik sorgulamalarının bir şans olduğunu belirtmeliyiz. Söz gelimi; İslam dini bütün insanları yaratılışta kardeşler olarak görmektedir. İnsanlar arasında etnik, ırksal, dilsel vb. bütün ayrımları reddetmektedir. Diğer yandan günümüzde insanın başta kendi tabiatı olan fıtratından ve kendisini kuşatan tabiattan uzaklaşmayı getirecek her türlü uygulamayı ciddi olarak sorgulamaktadır. Dolayısıyla Tanrı’nın kendi yarattığı insanı korumak üzere kutsal kitapta dikkat çektiği unsurlar, aynı zamanda günümüzdeki gelişmelerin sorgulanması bağlamında önemli bir işlev görmektedir.
Fakat dünya gerek sosyal gerekse tabii bilimlerde ciddi bir mesafe kat etmiştir. Gündelik hayatın farklı alanlarında insani bir etkinlik olan bilimin gelişmesi, insanın ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel anlamda daha bilgi temelli bir dünya kurmasını imkan dahiline sokmaktadır. Burada günümüzde kimi zaman dinin bilimin alanını istimlak ederek insan ve toplum hayatını hem kısır tartışmalara mahkum etmek hem de gelişim imkanlarını berhava etmek gibi engelleyici rolleri olabilmektedir. Biz bunu bilimi teolojinin içerisine sıkıştırmak şeklinde ifade etmekteyiz.
Dolayısıyla din ve bilimi kendi alanlarında ele almak önemli olduğu kadar, onların birbirlerine olan eleştirilerini de insanlığın yoluna devam ederken daha ihtiyatlı olmaları bağlamında bir imkan olarak görmek gerekir. Bilim tabii ve sosyal gerçekliği ortaya koyarak kimi dinsel ütopyaları hayata davet ederken, din de sentetik et türünden insanlığı giderek perişan hale sokacak fantezilere direnç gösterecek yegane öge olarak işlev görüyor.