Yazı, şu sorulardan yola çıkmaktadır: Birincisi, Müslümanların İslam’ı fark ettirecek bir kültür yaratamamaları sebebiyle deneyimlerdeki başarısızlık, her bakımdan İslam’a doğru bir eleştiriye dönmüştür. İkincisi, sosyal medyada gündelik hayatta Müslümanların ahlaki zafiyetleri eleştiri konusu yapılmakta ve eleştiriler İslamın ortodoksisinden şüphe eden bir dil kullanmaktadırlar. Üçüncüsü, özellikle son dönemlerde dine ilgisizliğin ve dine dair negatif söylemin deizm tartışmalarıyla da bağlantılı olarak yükseliş göstermesi.
İçinde yaşadığımız süreci nasıl tanımlayacağız ve analiz edeceğiz?
Gerçekten sosyologların geçmişte öngördükleri üzere sekülerleşme gerçekleşti mi?
Acaba insan ciddi bir yetkinlik kazandı ve Tanrı’ya ihtiyacı kalmadı mı?
Geliştirdiği teknoloji, insanı yeniden yaratması, yapay zeka ile kendi “anlam”ını buldu ve tarihin sonuna ulaştı mı?
Öncelikle din ve din-dışı ya da kutsal ve profan dualitesini ve bunların toplumsal karşılıklarını irdeleyelim. Bildiğiniz üzere Batı dünyası, hayatı dualiteler etrafında inşa etmektedir. Ortaçağ’da çifte kılıç fikri, dini ve dünyevi krallık, Tanrı şehri ve seküler şehir gibi ayrımlar, önce kutsal ve din-dışını iki ayrı hakikat alanı olarak betimlemekte, ardından hayatı da buna göre bölümlemektedir. Descartes’ın kartezyen felsefesi de aynı mentalitenin bir yansımasıdır.
Bu ayrımda Dukheim’ın da tanımladığı üzere, din kutsalla ilintili bir olgu olarak görülürken, din-dışı da bunun dışında kalan dünyeviliği tanımlamaktadır. Bizde erken dönem din sosyolojisi kitaplarına bakıldığında “mübah”lar din dışı, diğer efal-i mükellefin ise kutsal ile ilintili şeklinde okunmuştur. Halbuki neyin mübah neyin farz olduğunun tanımı din tarafından yapılırken, mübah nasıl din-dışı bir alana tekabül etmektedir; bu sorunun makul bir cevabı yoktur. Diğer yandan, din-dışı nasıl bir alandır ve oraya nasıl çıkılır? Tabii bu çok uzun tartışma gerektiren bir konudur.
Sekülerleşme, (operasyonel olarak laiklik kavramından farklılaştırıyorum) dine referansların ve dinin öneminin azalması şeklinde tanım bulmaktadır. Erken sekülerleşme teorileri, insanoğlunun önünde bilinmezleri azalttıkça dine de ihtiyaç kalmayacağını öngörüyorlardı. Sekülerleşme, Tanrı’ya referansta bulunmadan (fakat Tanrı’yı da reddetmeden) bir dünya inşa etme girişimi olan modernleşmenin temel ayağıydı. Bu bağlamda sosyologlar, sekülerleşmeyi de din dışı bir alan olarak okumuşlardır. Dolayısıyla seküler, din karşıtı bir alan değildir. Gelinen noktada dünyada bir sekülerleşme sürecinden bahsedilebilir mi? Kanaatimizce böyle bir olgusal durum var. Bununla birlikte desekülerleşme dediğimiz, yeniden dine yönelişlerde de ciddi bir eğilim olduğu da söyleniyor.
Peki, bu iki zıt tez arasında durumu nasıl anlamalıyız? Charles Taylor, “Seküler Çağ” kitabının girişinde bir soru sorar; “Söz gelimi 15. yüzyılda dine inanmamak neredeyse mümkün değilken, şimdi din niçin bir alternatif haline gelmiştir?” O, bunu sekülerleşme bağlamında analiz etmektedir. Fakat bu arada atlanan şu iki noktaya önemle dikkat çekmeliyiz.
Birincisi, bugün yeni dini hareketlerden mitolojik anlatılara kadar din olabildiğince çeşitlenmiştir. Bir başka deyişle, klasik, geleneksel, kurumsal dinlerin dışında postmodern tarzda din ve dinimsi yapılar toplumlarda yaygınlaşmıştır. Dikkat edilirse gizemli, mitolojik ve bu arada eklektik dinsel yapılar, insanlar arasında biraz da moda olarak yayılmaktadır. Diğer yandan, sekülerleşme sürecinin ardından toplumlarda seküler kutsallar üretilerek bunlar da dini formlar kazanmıştır. Mesela, futbol (bu arada yakın geçmişte billboardlardaki futbol ve totem ilişkili reklamları hatırlayalım) ve müzik bunların başında gelmektedir. Hasılı din ortadan kaybolmamış, fakat form değiştirmiştir.
İkincisi, bugün dünyadaki gelişmeleri okuma ve onlara onları kapsayabilme bağlamında kurumsal dinlerin cevap verme kapasitesinde bariz bir düşüş ya da zayıflama yaşanmıştır. Burada kastettiğimiz tamamen teknolojik gelişmeler değildir. Dünya ölçeğinde insanlığın hak ve özgürlük sorunlarında görünür olan varoluşsal boşluk, dinler tarafından bugünün diliyle telafi edilememektedir. Bu da dine ilgisizlikten, deizmden postmodern dinimsi formlara kadar geniş bir tayf içerisinde bir din pazarı yaratmıştır.
“İslam, teknolojiye karşı değildir” gibi ne söylediği belli olmayan söylemlere takılan ancak yapay zeka üzerinden insan özgürlüğünü, Habermas’ın deyişiyle ikinci tür insan yaratımı üzerinden insan ahlakiliğini, niceliklere boğulmuş bir dünyadan insanı nasıl çıkaracağını tartışmayan, hasılı Tanrı-insan ilişkisini “yeni kelam” olarak kurmak henüz ajandasında bulunmayan dinlerin, yakın dönemde insanların adresleri olma şansı da pek görünmüyor.
İnsanın irtibat kurduğu dünya ile arasında her seferinde kalan ve doldurulamayan boşluk, oraya Tanrı ve dinin varoluşsal aşkınlığını davet etmektedir. İnsanın varoluşsal kapasitesinin yetersizliği ve dinin ve aşkın karakteri bu ilişkiyi böyle sonuçlandırmaktadır. Neticede insan, ya bunu Tanrı’ya ve dine referans yaparak çözmeye çalışmakta ya da içkinliklerden aşkınlıklar üreterek kutsal ve Tanrı temsilleri üretmektedir.
Kurumsal dinlerin cevap verme kapasitesindeki zafiyet ve ilk girişte belirttiğimiz başarılı temsillerin yokluğu, bugünlerde bir ümitsizlik olarak “din dışına gidiyorum” tavrının yaygınlaşmasına sebebiyet verebilir. Fakat geleceği, adresin neresi olacağını gelişmeler belirleyecektir.
Not: Başlık, yıllar önce bir başka yazıda kullanılmıştır; fakat metin yeni yazılmıştır.