Din ve bilim arasındaki ilişkiye dair tartışmalar, modern zamanların manşet konularının başında gelmektedir. Tabii ki “din” ve “bilim” başlıklarına nominallikten öte felsefi temel ve göndergeleri açısından bakıldığında epistemolojik bir problem karşımıza çıkmaktadır.
Öncelikle makale boyunca tartışacağımız tezimizi ifade edelim; Din ve bilim birbirinden kopması mümkün olmayan iki farklı alan olup, kendi sınırlarını aşmadan insan hayatında faaliyet gösterirler. Yakın tarihsel geçmişte bir yandan din bilimin işlevlerini görmek üzere koşullandırılıp bilim teolojinin içine sıkıştırılırken, diğer yandan bilim dinleşerek kendi sınırlarının dışına çıkmışlardır.
Öncelikle tarihsel süreç içerisinde bilim-din ilişkisine dair tartışmanın benzerini “din ve felsefe uzlaşır mı” sorusu etrafındaki felsefi tartışmalarda görmekteyiz. Burada kimi islam âlimleri böyle bir uzlaşmayı mümkün görmezlerken, İbn Rüşd’ün tezinin bugüne de menfez açabilecek bir kapasitede olduğu kanaatini taşımaktayım. Ona göre Din ve felsefenin her ikisi de varlık üzerine düşünmeyi hedeflediklerinden dolayı ortak noktaya sahiptirler. Felsefe bunu aklın imkanlarıyla yaparken, din akli düşünmeye davet etmekle birlikte vahyi gündeme getirmektedir. Dolayısıyla İbn Rüşd’e göre “din ve felsefe aynı yerden emen sütkardeşleri gibidirler”. İbn Rüşd’ü böyle bir hükme götüren temel sebep; hem felsefe (akıl) hem de dinin (vahyin) kaynağının tek olmasıdır.
Modern zamanlara geçişle birlikte ontolojik ve epistemolojik düzlemde ciddi bir kırılma yaşanmıştır. Buna göre ontolojik olarak Tanrı’nın yerine insan ikame olup merkezileşirken, bununla bağlantılı biçimde epistemolojik merkeze de yeni bilme biçimi olan bilim yerleşmiştir. Tabiat üzerinden gerçeklikle temas etmek isteyen bu bilme tarzı, ilk önceleri tabiat kanunlarının aynı zamanda Tanrı’nın ilkeleri olduğu tezinden hareketle tabiat, Tanrı ve insan arasında bir kopuş gerçekleştirmemişti. Fakat uzun vadede bilimin Tanrı ile ilişkisinin koptuğunu görmekteyiz.
Modern dönemle birlikte meydana gelen kırılmada, din-bilim ilişkisi bağlamında şu değişimler etkili olmuşlardır. Birincisi, Tanrı’dan kopuşla birlikte Charles Taylor’un ifadesiyle insan varlık zinciri içerisindeki anlam ve konumunu yitirerek araçsallaşmıştır. Bunun sonucunda ise bir anlam yitimi meydana gelmiştir. İkincisi, İnsanın Tanrı yerine ikame olmasıyla bağlantılı olarak bilim de dinin yerine ikame olmuştur. Böylece bilimin Tanrı bilgisi gibi bir kesinliği vereceği kabul edilmiştir. Üçüncüsü, Hegel’in “akli olan gerçektir, gerçek olan aklidir” önermesiyle tüm hakikatin aklın kategorileri ile açıklanabileceği varsayılmıştır.
Bu şekilde maddelenen alt varsayımların birtakım maluliyetleri vardır. Birincisi, Taylor’un ifadesiyle varlık zinciri içerisindeki anlam ve konumunu kaybeden insan tabiat ve Tanrı’dan bir kopuş yaşamıştır. Bunun arkasından insan fenomenal dünyadan bilgi toplamakla birlikte bu bilgi yığınlarının insanın varoluşu bakımından anlamını ortaya koyamadığı için anlam krizine girmiştir. Bu günümüzde Batılılar tarafından “knowledge for what” şeklindeki bir soru ile dillendirilmektedir.
İkincisi, bilim insani bir faaliyet alanı olarak devreye girmekte olup, insanı kuşatan fenomenal dünyaya dair insanın akli çerçevede etkinliğidir. Bu bağlamda bilim ucu açık olup birbirinden farklı sonuçlara ve zaman içinde değişebilirliğe açıktır. Bu bağlamda bilim bir inancın konusu olmayıp hiç kimse bilim adına nihai sonuca ulaştığını iddia edemez.
Üçüncüsü, insan aklı hem bilim yapma hem de fenomenal dünyada gerçekliklere dair esaslı bilgi elde etmekle birlikte, bunun hem kesin olduğunu hem de hakikatin bütününü kapsadığını iddia edemez. Bu bağlamda bilhassa insanı kuşatan metafizik gerçeklikleri açıklamada aklın kategorileri kafi gelmez. Fakat süreç içerisinde aklın açıklayamadıkları gerçeklikleri yok saymak gibi bir handikaba düşülmektedir.
Bugün sorun hem din hem de bilim açısından iki boyutludur. Birincisi, bilim Tanrı’dan kopuş yaşayarak bir kesinlik olarak dinin yerine ikame olmaya çalışmaktadır. Hakim dini yorumlar ise, bilimin verilerine itibar etmeyerek fenomenal dünyadaki bütün tikelliklerin bilgisinin kutsal kitapta içerildiğini varsaymaktadır. Bunu biz “bilimi teolojinin içerisine sıkıştırmak” şeklinde ifade etmekteyiz.
Bilim fenomenal dünyada insani imkanlarla yapılan bir bilgi elde etme faaliyetidir. İlim kavramı, eşyanın gerçekliğini, hakikatini bilmek içerimine atıfta bulunurken bilim kavramı yine fenomenal dünyada belirli yöntemler uygulayarak evrendeki olguların bilgisini elde etme çabasını ifade etmektedir. Hem ilim hem de bilim kavramını ortak noktada buluşturan nokta, evrendeki eşyaya dair bilginin elde edilmesidir ki, bu ancak insani imkan ve çabalarla gerçekleşecektir. Esasen İbn Rüşd’ün tanımlarından yola çıkarsak, varlık üzerine düşünmeyi ve gerçekliği elde etmeye çabalayacaktır.
İnsan bütün yeti ve aklın imkanlarıyla bilim yaparken, varoluşsal konumu itibarıyla bir perspektife ve anlama ihtiyacı vardır. Anlam ise nihai olarak ancak Tanrı ile mümkündür. İnsan evreni açıklamak konusunda aklın imkanlarını kullanmakla birlikte, insanı aşan metafizik gerçeklikleri elde etmek konusunda bir sıçramaya ihtiyacı olacaktır ki bunu din sağlamaktadır. Bunun karşısında gerek tabii ve sosyal bilimlerdeki verilerin tamamını kutsal kitapta aramak gerekse bilimin evreni açıklama çabalarına itibar etmemek gibi tavırlar da din tarafındaki çıkmazı işaret etmektedir. Dini ve bilimsel bilgi bilme tarzlarından sadece ikisini tanımlamaktadır.
Dolayısıyla “bize sadece din yeter” ya da “bize sadece bilim yeter” tavırlarının kendi içinde bir eksiklik barındırdığını ve insan hayatına bu tavrın sağlıksız geri beslemeler yaptığını belirtmeliyiz. İnsanın varlığı anlamaya yönelik elindeki imkanlardan birisi bilimse diğeri de dindir. Bilim ve din kendi alanlarında ortak bir amaca hizmet ederler. Böyle anlaşıldığında İbn Rüşd’ün din ve felsefe ilişkisi için söylediğini adapte edersek “din ve bilim aynı yerden emen sütkardeşleri” olacaktır ki, bu aynı zamanda tüm varlık ve bilginin aynı kaynaktan geldiğini içeren Tevhide göndermede bulunmak demektir. Dolayısıyla Müslüman toplumlar, şu anda eksikliklerini hissettikleri dünyayı anlama konusunda yetkin olmak istiyorlarsa, bilimsel çalışmalara daha fazla ağırlık vermek durumundadırlar.
1 yorum
Mustafa Hocam konuyu anlaşılır bir şekilde anlatmışınız teşekkürler. Yazınızın sonundaki temenniden devam edecek olur isek, bir hekim olarak bana öyle geliyor ki, bilimin aşağıdaki hadisi doğrulama ihtimali yok.
İmanlı amelli biriyim ama aklım emir ve yasakları rasyonelize etmeye çalışıyor, ama bu hadis beni zorluyor, siz ne dersiniz.
“Sizden birinizin (yemek) kabına sinek düşecek olursa, onu iyice batırın. Zira onun bir kanadında hastalık, diğerinde şifa vardır. O, içerisinde hastalık olan kanadıyla korunur.” (Ebû Dâvud, Et’ime 49; Buhârî, Tıbb 58, Bed’ül-Halk 14; İbnu Mâce, Tıb 31; Nesâî, Fera’ 11)