Oruç hangi hikmete bağlı olarak tevhit dinlerinin bir rüknü, İslam dininin de esasından biri olmuştur?
Din insana iman etmeyi emretse de insanın delil ve burhan ile Allah’a iman etmesini istemiş ve bundan dolayı da Kur’ân’da tabiatın bir çok olayı ve bunların sirkülasyonları Allah varlığının delilleri olarak takdim edilmiştir. Allah varlığının delillerini kâinat içinde araştırarak insanın iman etmesi esas olduğundan İslam uleması taklidi imanın geçerli olmadığında ısrar etmişlerdir.
Bunun gibi her ne kadar din akla, mantığa ve araştırmaya önem verse, bunu bir ibadet olarak kabul etse de emirlerinden bazıları tevkifi yani doğmadır; bunları sorgulayamaz, mantık kurallarıyla izah edemez, kesinkes bundaki hikmet budur şeklinde bir açıklama getiremeyiz. Örneğin niye akşam namazının farzı üç rekat da yatsı namazı dört, sabah namazı iki rekattır. Din böyle emrettiği için bu böyledir, bunda zorunlu bir mantık aranmaz, istidlal yapamayız. Ya da niye sünnet yatsı farzından sonra iken aynı namaz sabahın farzından önce kılınmaktadır, diyerek bunun mantığını sorgulayamazsınız. Mantık ve hikmet bağlamında bakıldığında yatsı namazı yatma vaktine yakındır; uyku bastırmadan önce uyanık zihinle farz kılınır, sünnetlerde ise uyku gelse de önemli değildir, çünkü bunlar ikincil, tali ibadetler olup Fahreddin er-Razî’nin tabiriyle değerli bir şeyi muhafaza ederken sarmalandığı gibi farzı korumaya yönelik birer muhafaza namazıdır. Sabah namazında ise insan uykudan kalkmaktadır; önce kılındığından sünnette yavaş yavaş uykulu hal gider; farzın ikamesi esnasında zihin uyanık bir hale kavuşur. Ama gerçekten bundaki mantık ve hikmet bu mudur? Kesin bir şekilde buna hükmedemeyiz. Ancak bu bağlamda söyleyebileceğimiz yegane şey Allah’ın emir ve yasaklarının kulların yararına olduğudur.
İslâm uleması, dinî bütün hükümlerin insanların yararlarını gerçekleştirme amacına yönelik olduğunu, Allah’ın yapılmasını emrettiği şeylerde kullar için büyük faydaların, yasakladığı şeylerde ise büyük zararların olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunların bazılarına vakıf olabilmekte, bazılarına ise vakıf olamamaktayız.
İslam’ın diğer ibadetlerde olduğu gibi oruçta da insan ve toplum hayatı açısından birçok fayda ve maslahatlar vardır. Oruçta Allah inancının bir testi, onun nimetlerinin büyüklüğünü idrak, bedensel ve ruhsal koruyuculuk ve toplumsal birliktelik şuurunu zinde tutan ve onun pekiştiren kuvvetli bir yön bulunmaktadır. Oruç Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzü sofrasında insan için hazırlamış olduğu ilahi nimetlerin kıymet ve ehemmiyetini idrak ederek, insanı bunlara karşı şükürle karşılık vermeye sevk eden önemli bir vesiledir. İbret gözüyle bakıldığında kendileri çamurlu bir suyla iktifa ederken soframıza bal tomurcukları olan meyveleri takdim eden ağaçları istihdam eden, türlü türlü nimetlerle soframızı şenlendiren bir Rabbi Rahime nasıl teşekkür edilmez. İnsan, aç ve susuz kaldığında çevresindeki nimetlerin farkına daha iyi anlar gerçeğinden hareketle oruç bizim bilincimizi açar realiteye görmemizi sağlar. Mevlânâ’nın tabiri ile günde beş sefer ekmek yiyen bir kimse ile beş gün ekmek yemeyen birisinin önüne bir ekmek koyulduğu zaman birisi yüzünü ekşitir, diğeri de ekmeğin ruhuna bakar. Akşama kadar aç durmuş bir insana iftar sofrasındaki nimetler, normal zamanlara kıyasla çok daha lezzetli gelmesine bağlı olarak oruçla insan nimetlerin kadrini tebcil etmesine, gerçek değerlerinin takdir etmesine vesile olur.
Orucun büyük bir ibadet olduğu ve ona büyük uhrevî mükâfatın terettüp edeceği “es-Savmu lî ene eczi bihi/Oruç benim içindir; onun mükâfatını da ben veririm” hadis-i kutsinin ifadesinden anlaşılmaktadır. Bu hadisin bir başka varyantında da “Küllu ameli İbn ademe lehu illa’s-Sıyame fe innehu li ve ena eczi bihi /İnsanoğlunun işlediği her hayır ve ibadet kendisi içindir. Fakat oruç benim içindir. Onun mükâfatını da ben veririm” denilmektedir. İbadetlerin içinde orucun böyle Allah’ın kendisine tahsis edilmesi oruç ibadetinin samimiyetin bir tezahürü olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü oruçta riya, gösteriş ve hodfuruşluk olmadığından dolayıdır. Bir kimse oruç tutmasa bile kendisini insanlara oruçlu gösterebilir. O halde birisi oruç tutuyorsa bu onun samimiyeti ve doğruluğunun bir göstergesi olur.
Orucun büyük bir ibadet olduğu onun bütün geçmiş ümmetlere de farz kılınmasından anlaşılmaktadır. Oruçla ilgili olarak Cenab-ı Hak yüce Kur’ân’da şöyle buyurmaktadır.
” Ey iman edenler! Oruç sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki ittika edersizin (korunursunuz).“ (Bakara, 2/183) Demek ki oruçta evrensel bir fayda ve hikmet vardır ki bütün dinlerde farz kılınan bir ibadet olagelmiştir. Her ne kadar dinin tevkifi emirlerindeki hikmet yönünü ihata edemezsek bile Kur’ân ifadelerinden anlayabildiğimiz orucun kişide ittika, yani korunma sağladığıdır.
Biz ittikayı maddi, bedensel yöne hasrettiğimizde orucun tıbbî bir takım yararlarının olduğunu, vücudu ve mideyi dinlendirdiği fazla yemek isteğini ve oburluğa disiplin getireceğini söyleyebiliriz. Aşırı yemeğin vücutta meydana getirdiği zarar da herkesin malumudur. Zaten bu günkü tıp da birçok hastalığın oburluktan, obeziteden kaynaklandığını yüksek sesle dile getirmektedir. Bunu geniş bir şekilde analiz etmek malumu ilam olacaktır.
Bir hadiste “İnsanoğlunun doldurduğu kapların en kötüsü midedir…”[1] Denilmesi bu günkü tespite uygun olarak fazla yemeğin bünyedeki zararlarına işaret etmektedir.
İslam âlimlerine göre behimi (biyolojik) doğal dürtüler insanı kemalden geri bırakır, bunların etkisini kıran, dile, duygulara mideye pranga vuran, yemek-içmekten ve şehevî arzuları tatmine engel olan, dürtüleri disiplin altına alan, ruhu hastalıklardan koruyup onu kemal yolunda cilalayan yegane şeyin oruç olduğunu, bu bağlamda ondan daha büyük bir ilaç ve iksirin olmadığını söylerler.[2] Şah Veliyullah ed-Dehlevî, orucun, insanda var olan behimi olanı zayıflatan, melekî kuvveyi kuvvetlendiren en büyük bir ibadet olduğunu söylemektedir.[3]
Şeyh Sadi de, “İçini yemekten boşalt ki onda marifet nurunu göresin; burnuna kadar yemeğe battığın için artık vücudunda hikmete yer kalmamıştır.”[4] sözüyle açlığın manevi bir boyut elde etmede ve o boyuttan bazı algıları, gnostic bilgi almadaki önemini vurgulamaktadır. Bu hikmete binaen tasavvuf kültüründe nefis ve akıl terbiyesinde büyük rolü olan riyazetin, açlık ile yapılması genel kabul görmüştür
Ancak ayette ifade edilen orucun ittikasından (korumasından) asıl amacın manevi yön olduğunu bilmek lazımdır. Çünkü hayatın doğasında olumsuzluklar vardır. Siz ne kadar zeki olursanız olun mutlaka olumsuzluklar önünüze çıkar, bunlar maddi direncinizi kırabilir, kimyanızı bozabilir, sizin matematik hesaplarınızı alt üst edebilir. İşte oruç bu olumsuzluklar ile baş edebilmeniz hususunda iradenizi kuvvetlendirir, sabırla sizin bu olumsuzlukların üstesinden gelebilmenizi sağlar. Ama bazen öyle olumsuzluklar vardır ki insanın önüne çıktığında hayatı zir-u zeber edebilir. Bunlara mukavemet etmede, sabır göstermede orucun ne kadar büyük bir koruyucu olduğu o zaman ortaya çıkar. Çünkü kişilerin yaşam safahatında, milletlerin tarihçe-i hayatında bir takım büyük zorluklar, kıtlıklar ve harpler vuku bula bilebilir. Muhammed Hamdi Yazır’ın ifadesiyle, beşer tarihinde öyle zamanlar olur ki günlerce açlığa tahammülü adet haline getirebilecek bir beden terbiyesi hayatta kalmanın sebebi olur. Bu gibi olumsuzluklarda oruç ibadetinin insana kazandırdığı zorluklara tahammül etme direnci ve iradesi sayesinde müminler bu elim olayların dayanabilir, hayatta kalabilirler. Halbuki böyle egzersiz ve deneyimleri olmayan insanlar bu gibi çetin zorluklarda çabuk kırılabilir ve bozgunlara uğrayabilir, hayatları nihayete erebilir. İşte oruç hem fertlerin hem de milletlerin her an karşılaşabilecekleri kıtlık, harp ve yoksulluk gibi olumsuzluklara karşı sabır ve direnç kuvvetini kazandıran en büyük ibadettir.
Bundan dolayı Allah Resulü (s.a.v) “Essıyamu nısfu’s-Sabri li külli şeyin zekatün ve zekatü’l-Cesedi es-savmu/Oruç sabrın yarısıdır. Her şeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur.”[5] demek suretiyle orucun insana nefis terbiyesinde önemli bir erdem olan sabrı kazandırdığını ifade etmiştir. Çünkü yakınında ulaşabileceği sayısız nimet bulunmasına rağmen Cenâb-ı Hakk’ın rızasına elde etmek için insanın açlık ve susuzluğa katlanması kendisi için önemli bir nefis terbiyesi olmakla birlikte sabır ve tahammül alışkanlığı kazandırır.
Hele Allah Resulü’nün (s.a.v) ” Kim yalan söylemeyi, yalanla is görmeyi ve cehaleti terk etmezse, Allah’ın, onun yemesini ve içmesini bırakmasına (oruç tutmasına) ihtiyacı yoktur.“[6] hadisi orucun sadece yeme içmeden uzak durmak olmadığını ortaya koymaktadır.
Bu şekilde orucu sadece aç ve susuz kalmaktan ibaret görmeyen, midesinin yanında göz, kulak, dil vs. bütün azaları hatta düşünce ve hayallerine de onları haramlardan ve malayani şeylerden alıkoymak suretiyle oruç tutturan bir insan, Ramazan’da kazandığı bu güzel terbiyeyi ömür boyu devam ettirmek suretiyle en mütekamil bir şahsiyet olur. Orucun otuz gün olması alışkanlıkların otuz günde doğa haline geldiğini ortaya koymaktadır. Bundan dolayı Ramazan’da kazanılan bu güzel hasletler doğallık kazandıklarından kolaylıkla devam ettirilebilir.
O halde oruç, biyolojik dürtüleri denetim altına alma, doğal ihtiyaçları aklın tayin edeceği periyotlarda tatmin etme eylemi olduğundan iradesel bir eylem olup beraberinde sabır ve azmi tevellüt etmektedir. Zaten dinin kendisi de Allahtan korkarak sakınmayı, sorumluluk bilincine göre davranmayı emrettiğinden bir nevi oruç gibi perhizi içermektedir. Çünkü din yüksek bir irade işidir. Nefsin her türlü olumsuz isteğine karşı durmak ancak yüksek bir irade ve azimle mümkündür. Bu irade ve azmi ortaya koyamayan din yolunda yürüyemez. Nefsin isteklerine karşı durmak, onları disiplin altına almak ancak yüksek irade, sabır ve azim ile mümkündür. İradesi gevşek olanlar din yolunda ciddiyet ile yürüyemez, haramlara ve aymazlıklara çabuk düşerler.
İçinde bulunduğumuz bu ayın büyüklüğü içinde Kur’ân’ın inmesi dolaysıyladır. Allah da “Şehru Ramadanellezi unzile fihi el-Kurân” derken bu hakikate işaret etmektedir. Bundan dolayı özellikle bu ayda Kur’ân tilaveti ve tefekkürü üzerinde durmak, Kur’ân’ın emirlerini hayatımıza geçirmek lazımdır. Asıl olarak emirlerine uyulduğunda Kur’ân’ın hem ferdi hem de toplumsal büyük faydasını görür, ahirette de saadete ulaşanlardan oluruz. Çünkü din bir felsefe değildir ki sadece öğreti boyutunu içersin, din bir eylem biçimidir. Din yaşanmayla fonksiyonunu icra eder. Siz İslam’ın büyüklüğünü İslami emirleri titizlikle yerine getiren ve hayatını Kur’ân’a göre tanzim eden aksiyon sahibi İslam ulemasının yaşantısına bakınız. İslam’ın heybetini o zaman görürüsünüz.
KAYNAKLAR
[1] Tirmizî, Zühd, 74; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV. 132
[2] ed-Dehlevî, Şah Veliyullah, Hüccetullah, I. 74
[3] ed-Dehlevî, Şah Veliyullah, Hüccetullah, I. 74
[4] Şirazî Sadi, Gülistan-ı Sadi, s. 82
[5] Tirmizî, Daavât, 86; İbn Mace, Sıyâm, 44
[6] Buhârî, Kitâbu’s-Sıyâm, 183
4 yorum
Sayın hocam Rabbim sizden ebeden razı olsun. İlmin bilginin her katresi cahaletin açmış olduğu onlarca hurafeyi, karanlığı, yarayı, gediği kapatır. Erdem Beyazıt bir dizesinde” Biliyorum Oruçlu doğar insan ölümün iftar sofrasına” Manen her canlı oruçludur ölümle iftarını açar Rabbim hem manen hem madden hayırlı iftarlar nasip eylesin bizlere. Saygı ve hürmetlerimi sunuyorum sizlere selam ve dua ile
Yüksel bey
Allah sizden de razı olsun. Bu güzel yorumunuz ve katkınız için çok teşekkür ederim.
Ben de hayırlı iftarlar diliyorum. Selamlar
Hayati
Maşallah barekellah… gönlünüze ve kaleminize sağlık… Allah ecrinizi versin sayın hocam. Çok güzel bir yazı olmuş. Tıbbi faydalarını biraz daha detaylandirsaydiniz iyi olurdu diye düşünüyorum haddim olmadan. Saygılarımla…
Çok teşekkür ederim Enver hocam. İnsan kendi hatasını fak etmeme cibilliyeti üzerine doğmuştur. Demek ki yazdığı veya yaptığı bir şeye başkaları gözüyle de bakmalidir. İnşallah bir başka yazıda daha dikkatli olurum.