Asırlardır Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e iman eden toplumların Din inancı temelinde gibi görünen ayrışmanın ve birbirine düşman davranan gruplaşmanın her iki kanadı olan Sünnilik ve Alevilik konusunu iyice kavrayabilmek için önce Kur’an’ın din temelli düşman gruplaşmalara nasıl baktığını ve tarihsel süreci iyice bilmemiz gerekiyor. Örneğin Hucurat-13. ayette, insanların özellikle ve bilerek farklı ırklar ve kişilik özellikleri ile yaratıldıkları ve bunun amacının da birbirleri ile anlaşma ve birlikte yaşama sınavı olduğu üzerinde durulmaktadır.
Hucurat-13. Ey insanlar! Biz sizi erkek ile dişiden yarattık. Ve anlaşasınız, barış içinde yaşamayı öğrenesiniz diye /sizi sınamak amacıyla, çeşitli soylara ve kabilelere /toplumlara ayırdık. Allah’a göre en seçkininiz, O’na karşı takvası en fazla olanınızdır /muhkem /değişmez ana hükümlere içten uyma çabası içinde olanınızdır. Ve şüphesiz bu değerlendirmeyi en iyi yapacak olan Allah, her şeyi en iyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.
Ancak Dünya yaşamının başlangıcında, bu yaratılış özellikleri olan bütün insanların /beşerlerin tek ümmet /grup oldukları, sonradan din temelli anlaşmazlığa düşüp birbirlerine düşman gruplaştıklarına Yunus-19 ve Enbiya-92-93. ayetlerde değinilmiştir.
Yunus-19. Şunu iyice bilin ki,insanlar ilk yaratıldıkları zaman, tek bir ümmet idiler ve hepsi de öncelikle bu konularda tek bir dine bağlıydı ve tek bir Allah’a ibad ve ibadet ediyorlardı. Sonradan anlaşmazlığa düştüler, inanan ve inkâr edenler olarak ayrıldılar. Eğer, cezanın ertelenmesiyle ilgili Rabbinin vermiş olduğu bir sözü olmasaydı, şirk koşup küfre sapanları hemen cezalandırır ve işleri bitirilirdi.
Enbiya-92. Ey insanlar! Gerçekte hepiniz tek bir ümmet /insan neslisiniz. Ben de hepinizin tek ibad /kulluk edeceği, yani bildirdiğim Muhkem /değişmez ana kurallarla kulluğunuzu ifade edeceğiniz Rabbinizim. 93. Fakat toplumlar onlara bildirdiklerimizi yorumlamada ve uygulamada ayrılığa düştüler ve bölündüler, hizipler ve birbirlerine düşman gruplar oluşturdular. Hâlbuki hepsi yine tek bir toplum olarak huzurumuzda toplanacaklar.
Hatta Hud-118 ve 119. ayetlerde hem yaratılış hem de din temelli gruplar olmaksızın bütün insanların Allah isteseydi tek ve homojen bir toplum halinde yaratabileceğine de değinilmiştir. Yine din temelli düşman gruplaşma hatasına sapıp sapmayanı belirlemek amacı olduğuna vurgu yapılmıştır.
Hud-118. Rabbin isteseydi tüm insanları gerek yaratılış ve gerekse din temelli tek bir toplum yapardı ve sürekli olarak tartışıp duran farklı gruplar oluşmazdı. 119. Sadece Rabbinin rahmetine maruz kalmış olanlar o tartışmalara ve birbirlerine düşman gruplaşmalara yönelmezler. Esasında Biz sizleri, içinizden tekrar tek insanlık ümmeti oluşturup oluşturamayacak olanlarınızı belirlemek için yarattık.
En’am-159, Sad-13, Neml-45, Rum-32, Enbiya-93, Şura-13, Nahl-93, Al-i İmran-19 ve 103-105, Müminun-52-53-54-55 ve A’raf-168.ayetlere baktığımızda, açıkça din temelli düşman gruplaşmaların /hizipleşmelerin /mezhepleşmelerin yanlışlığı ve Hz. Muhammed’in de bunlardan uzak durması yönünde ikaz edildiği açıklanmaktadır.
En’am-159. Özellikle de dinlerini parçalara, fırkalara /hiziplere /mezheplere ayıran, birbirine düşman grup grup olanlara uyma ve onlardan uzak dur. Artık onların işi Allah’a kalmıştır. Allah, hesap günü onlara amellerinin yanlışlığını haber verecek ve o zaman hatalarını anlayacaklardır.
Müminun-54. Ya Muhammed! Sen de böyle farklı yorumları gruplaştıranlarla karşılaşacaksın. O zaman hem bu birbirine düşmanlaşmış gruplaşmaları kendine dert etme, hem de onlara karışma ve kendi hallerine bırak. 55. Hatta Biz onlara daha çok mal ve çocuklar vereceğiz ve onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanacaklar.
Rum-32. Sizden öncekilerden Allah’ın dinini kabul etmiş olanlar, ihtilafa düştükleri dinî konulara dayanarak birbirine düşman farklı dinî gruplar /hizip /mezhep grupları oluşturdular. İşi de öyle bir hale vardırdılar ki, her bir grup sadece kendi görüşü ile sanki din onlarınmış gibi tavırlar takınmaya yöneldiler. Birbirlerini ötekileştirdiler /düşmanlaştırdılar.
Kur’an’daki bu açık bilgileri göz önüne alarak, Hz. Muhammed’den sonra gelişen din temelli düşman ayrışmaların tarihsel sürecini irdelemeye başlayalım.
Hz. Muhammed İslâm dini demek olan kılavuz kurallarını, Kur’an olarak kendisine vahyedilen son şekliyle tebliğ eden hem dinî lider, hem de örnek olması amacıyla kurulması istenen yeni devletin başkanı konumundaydı. Çünkü Neml-32-33, Şura-38, Bakara-104 ve Al-i İmran-159. ayetlerde belirtilmiş olduğu gibi Cumhuriyet, yani halkın idaresi ve kendilerini yönetecek idarecileri oy vererek seçme demek olan Demokrasi idaresi istenmiş ve Hz. Muhammed bu sistemi uygulamıştı.
Şura-38. Ayrıca Rablerinin bildirdiği muhkem /değişmez ana kurallara uymak üzere gayret ederler, salâtı /birlik bilinci oluşturma ve sosyal dayanışma toplantı ve faaliyetlerini yerine getirirler, işlerini şura prensibi gereği aralarında danışarak /tartışarak çözerler ve kendilerine verdiğimiz imkânlardan muhtaçlara pay ayırırlar /infak ederler.
Bakara-104. Ey iman edenler! İdarecilerinize “raina /bizi koyun /davar gibi güt /bizi dinleme ve görüşümüze başvurmadan istediğin gibi idare et” demeyin, “unzurna /bizim görüşümüze başvur /bizi dinle ve ondan sonra karar ver” deyin. Şunu da bilin ki, bu emrimizi benimsemeyip inkâr edenlere elem verici bir azap söz konusudur.
Kur’an’a göre oluşmuş yeni Müslüman toplumunda ilk görüş ayrışması ve düşman gruplaşma, Hz. Muhammed aracılığı ile 23 yıl süren Kur’an ile eğitmiş olduğu iman edenlerin bu eğitiminin bitişinin bir mezuniyet töreni olan Hac ritüellerini gerçekleştirdiği Mekke’den Medine’ye dönerken Gadir Hum denilen yerde yaptığı konuşmadaki önerileri konusunda başlamıştır. Bu hutbesinde, Hz. Muhammed’in ümmetine hitap ederek emanet olarak neyi bıraktığı konusunda 4 görüş oluşmuştur: 1) Kur’an’ı, 2) Kur’an ve Ehl-i Beyti, 3) Kur’an ve Sünneti, 4 ) Kur’an, Ehl-i Beyt ve Sünneti.
İnternette bulabildiğim 13 Veda Hutbesi örneğini inceledim ve Peygamberin emanet konusunun,
- 13 hutbenin 4 örneğinde: sadece Kur’an’ı
- 2’sinde Kur’an ve Ehl-i Beyt’i
- 5’inde Kur’an ve Sünnet’i
- 2’sinde Kur’an, Sünnet ve Ehl-i Beyt’i emanet olarak bıraktığının belirtildiğini gördüm.
Halbuki Al-i İmran-103. ayet ile Allah, sımsıkı sarılınacak tek ipin Kur’an ve dolayısıyla da İslâm dini demek olarak bildirilen bütün muhkem /değişmez ana kuralların olduğu bildirilmişti.
Al-i İmran-103. Birlik halinde Allah’ın ipine /tek ilâhlı İslâm dinine ve son kılavuz ders kitabı /davet kitabı olan Kur’an’a sımsıkı sarılın ve bu konuda anlaşmazlıklara saplanıp gruplara bölünmeyin. Allah’ın size yaptığı şu iyiliği anımsayın ki, hani siz, aşiret /kabile kavgalarıyla, birbirinizin can düşmanları idiniz de Allah, kalplerinizi yumuşatmış ve yardımı sayesinde de kardeşler olmuştunuz. Ateş çukurundaymış gibi tam bir huzursuzluk içindeyken de sizi doğruya yönelterek kurtarmıştı. Dosdoğru yoldan ayrılmayasınız diye işte Allah, gerçekleri ayetler halinde ve açıkça anlayasınız diye size böyle açık ve kolay bir şekilde bildiriyor.
Diğer bir ayrışma konusu da Peygamberin hutbede kullandığı ileri sürülen“Ben kimin mevlası /güvenilir dostu /gerçek dostu isem, Ali de onun mevlasıdır /gerçek güvenilir dostudur” sözü olmuştur. Kur’an’da Mevla kelimesi “güvenilir dost” anlamında kullanılmıştır. Bu sözün de 13 veda hutbesi örneğinden sadece 3’ünde olduğunu belirledim.
Toplumda ilk ayrışmaya yol açan bu kıvılcımlardan sonraki ciddi ikiye bölünme, Hz. Muhammed’in vefatı ile biten din adamlığında değil, devlet başkanlığında başlamıştı. Çünkü artık dini doğrudan Kur’an’dan öğrenme dönemi başlamıştı ve tek din öğreticisi, Neml-1. ayette kendini “Kur’an’ı Mübiyn”, yani “Açık, kolay ve ayrıntılı” olduğunu bildiren tek kaynak olarak Kur’an devam etmek üzere kalmıştı.
Neml-1. Ta. Sin. Ya Muhammed! Kur’an olarak ayetler bulacaksın. Ki bu kitap, iyi ile yanlışı ayırmak üzere anlaşılsın diye açık ve kolay yazılmış /mübiyn bir kitaptır.
Peygamberimizin tek mirasının da Kur’an olduğu Fatır-32. Ayette vurgulanmıştır.
Fatır-32. Ya Muhammed! Senden sonra da kitabı /Kur’an’ı, İslâm’ın temsilcileri olarak siz seçilmiş olan ümmetindeki bütün insanlara miras bırakmışızdır. Fakat Kur’an’daki buyruklarımızı bilmelerine rağmen, kimi yanlış yola sapıp kendi nefslerine zulmedecekler, kimi orta yolu tutacak, kimi de Allah’ın izniyle en iyisini yapmada örnek olacaklardır. İşte Allah’ın en büyük lütfu bunlara olacaktır.
Peygamberin vefatı ve cenazesinin kaldırılması ile, kan bağı olan ve Ehl-i Beyt denilen ve diğer iman edenlerden toplam 17 kişi ilgilenir. Yıkama ve gerekenler bu kişiler tarafından yapılırken, Medine’li Ensar’dan bir grup, aralarında bir devlet başkanı seçimine girişirler. Bu girişimi öğrenip cenazeyi bırakan Halife Ebubekir ve Ömer, toplanılan yere gidip duruma el koymuşlar ve Ebubekir’in Hz. Muhammed’in yerine ilk Halife Ünvanı ile Devlet başkanı olmasını sağlamışlardır. Bu seçim hem Mekke’li ve Medine’liler, hem de Hz. Ali’yi Peygamber’in halefi /yerine devlet başkanı olarak kabul edenler arasında siyasi temelli düşman gruplaşmanın başlamasına neden olmuştur.
Daha sonra Ebubekir’in vasiyeti ile Devlet Başkanı, yani Halife (Devlet başkanı) olan Ömer’in ve yine toplumda seçim olmaksızın Halife Osman’ın devlet başkanı olmalarına Hz. Ali karşı çıkmamış, biat etmiş ve böylece toplumda düşman gruplaşmaların oluşmasına engel olma yolunu benimsemiştir.
Ancak Emevi aşiretine yakınlığı olan 3. Halife Osman’ın vali ve diğer devlet üst kademelerine özellikle kendi yakınlarını ve Emevi aşiretinden olanları getirmesi, ona karşı olanlarca öldürülmesine yol açmıştır. Bunu fırsat gören Muaviye, Halife Osman’ın öldürülüşünü, Haşimi aşireti ile kan davası haline getirmiştir.
Hz. Muhammed’in evlendiği ikinci eşi ve Hz. Ali ile anlaşamayan Ayşe ve Şam valiliğinde bulunup Ali’nin Halifeliğine biat etmeyen Muaviye’nin dolduruşuna gelen Talha ve Zübeyir’in, Hz. Ali ile 656 yalında yaptıkları Cemel Savaşı ve Emevi Aşireti reisi Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye ile yapılan Sıffin savaşı, toplumda ilk kez siyasi temelli 3 ayrı grubun oluşmasına neden olmuştur:
1) Hz. Ali taraftarları, 2) Emevi ve bu taraftarlığı yürüten Muaviye taraftarları ve bunların dışında her ikisine karşı olan 3) Hariciler.
Bu düşman gruplaşmaların oluşması, Yahudi hahamları olan Abdullah Bin Selam (Öl. 663), Abdullah Bin Sebe (Öl. 665 ?), Ka’bul Ahbar (Öl. 652), ve Vehb Bin Münebbih (Öl. 728)’in ve Papaz Abdulaziz b Cüreyc’in o zamanın insanlarını kandırmaları sonucu gerçekleşmiştir. En beceriklisi olan Ka’ab, yaptıklarını öğrencisi olan Ebu Hüreyre devam ettirmiş ve hem kendi uydurduğu hem de uydurttuğu hadis denilen Hz. Muhammed’e atfedilen sözlerle pekiştirmiştir. Bu ikiyüzlü kişiler, Hıristiyanlık ve Yahudilikte olan birçok konuyu ve prensibi İslâm’a sokmayı başarmışlardır. Bunlar hem Halifelerin öldürülmelerinde nifakçı olmuşlar hem de Halifelerin de başlatmış olduğu 14 tefsir yazıcılarına telkinlerde bulunup, çok anlamlı Arapça kelimelerde toplumda kaosa ve kafa karışıklığı ile Kur’an’a olan güvenirliği sarsıp yeni din öğretisinden uzaklaştıracak anlam kaydırmaları yapmışlardır. Çünkü Kur’an’da doğrudan değişiklik yapamıyorlardı. Abdullah Bin Sebe de Halife Osman döneminde sözde Müslüman olmuş ve Hz. Ali’ye “Sen Allah’sın” ifadesini kullanmış ve İmamlığının vacip olması gerektiğini ileri sürünce Hz. Ali tarafından Medain’e sürülmüştür. Bu hahamlar, ayrıca ve özellikle Nisa-3, 34, 43, Bakara-185, 219, 228, 282 ve Maide-6, 38-39 ve 90. ayetlerde anlam kaydırmaları yapmışlar ve bu yaptıklarını hem Kur’an tercümeleri ve yorumlarına, hem de tefsirlere koymayı başarmışlardır. İlk hahamlar ve Papasın öğrencileri de daha sonraları bu anlam kaydırmaları faaliyetlerine deva etmiş ve eskileri desteklemişlerdir. Maalesef bu kaydırmalar asırlarca dokunulmaz kabul edilip günümüze kadar devam da ettirilmiş bulunmaktadır. Bu sinsi sözde ve görünüşte Müslüman olanların telkinleri ile Kur’an’da olmayan bazı rivayetler ve gelenekselleşmiş uygulamalar, Hz. Muhammed’e iman edenler arasında yayıldı ve çoğu tefsirlere de girdi. Halkın anlatılan kıssalara tepki göstermemesi, her söylenenin doğru kabul edilmesi ve hatta teşvik görmesi bu uğraşları pekiştirdi. Ayrıca Kur’an’da hiçbir kapalı nokta bırakmamak, her konuda yalan-yanlış da olsa mutlaka bir şeyler söylemek hırs ve hevesi İsrailiyyat dediğimiz sözlerin tefsirlere aktarılmasına büyük ölçüde rolü oldu. Taberi’den itibaren yetişen bazı müfessirler, kendilerinden önceki tefsirlerde ne buldularsa aynen benimsediler. Kur’an’ın genel ruhuna uygun olup-olmaması üzerinde durmadılar. Yüzde yüz uymayanlar bile bazı tefsirlerde yer aldı. Böylece de sonraki zamanlara devamlılıklarına neden oldular. Sözde dini anlatıyorum diye konuşanların bir kısmı, cemaat ve talebelerine, tefsirlerde buldukları kıssaları gözyaşları içinde ve büyük bir coşku ile anlatmaya başladılar. Dinleyiciler bunlarla coşturuldu, ağlatıldı. Efsanevi şeyler dinlemeye alıştırılan cemaatler, ciddî şeyleri dinlemez oldular (Aydemir Abdullah. Tefsirde İsrailiyyat. Beyan Yay. 2019, s 15-17). Bu duruma göre, zamanla insanlar Kur’an’da bildirilen gerçeklerden ve Kur’an’dan uzaklaşmaya ve Arapça bilmeyip, kendi ana dillerinde de okumaları için tercüme edilmeyen Kur’an’ı anlamadıkları dilde okumaya itildiler. Hatta Kur’an’ın okunmasını birkaç makama bağlayıp, hüzün ve matem kitabına çevirmeyi gerçekleştirdiler. Bu girişimler özellikle farklı anlayışta ve birbirine düşman gruplar ve Kur’an’ı meslek edinip kendi tekellerine almaya başlayanların ortaya çıkmaları ile de ivme kazanarak devam ettirilmiştir. Halen de Kur’an’a karşı olan mücadele devam etmektedir.
Bunlardan Hz. Ali taraftarları, henüz 12 yaşında iken Hz. Muhammed’e inanan ve yaşamı süresince onun terbiye ve eğitimi ile yoğrulmuş olan Hz. Ali’nin, Hz. Muhammed gibi davranmasını benimsemişler, yani saldırgan değil, ancak savunma gerektiğinde savunma savaşları uygulayan yapı göstermişlerdir.
Mekke’nin fethi ile Hz. Muhammed’e gidip sözde Müslümanlığı kabul ettiğini söyleyen Ebu Süfyan’dan sonra, Emevilerin liderliğini yürütmeye başlayan oğlu Muaviye ise Devlet Başkanlığını elde etme uğraşısında ısrarcı olmuş ve başkanlığın yanında Dinî liderliğin de Emevi Aşiretine geçmesini başarmıştır. Hatta bu makamların babadan oğula geçme şeklinde bir geleneği de başlatmıştır.
Üçüncü grup olan Hariciler, Kur’an ve Hz. Muhammed ile başlatılan İslâm inancını “Dar-ül İslâm – İslâm diyarı” diyerek sadece yaşadıkları topraklara sınırlı sayan, kendileri gibi düşünmeyenleri, kolayca İslâm dışına iten, amel ve imanı özdeşleştiren, büyük günah işleyenleri müşriklikle itham eden, Müslümanların yaşam alanlarını daralttıkları gibi, şiddeti meşrulaştıran görüşleriyle İslâm’ın fıtratla uyumuna da zarar veren bir gruptu. Ki Halifeler olan Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali, Halife Ömer’den başlamak üzere oluşmaya başlayan bu grup tarafından katledilmişlerdir.
Daha sonraları Hz. Ali’nin oğulları Hasan ve Hüseyin’den başlamak üzere 12 imam ve Hz. Ali taraftarlarına yönelik katliamlar ise Emevi ve Abbasiler tarafından gerçekleştirilmiştir. Dikkat edilirse gerçekleştirilen katliamlar hep Hz. Ali taraftarlarına yönelik ve daima tek taraflı olmuş ve Hz. Ali taraftarları daima savunma halinde bir yaşama mahkûm edilmişlerdir.
Dördüncü Halife olan Hz. Ali’den sonra Muaviye, Halifelik demek olan Devlet başkanlığı isteğinden vazgeçmemiş ve rakibi olarak önce Hz. Ali’nin oğlu Hasan’ı karısına zehirletmiş ve kendini Devlet başkanı seçtirmiştir.
Muaviye rahat durmamış ve Hz. Ali taraftarlarını ötekileştirip Mescitlerde aleyhlerinde hutbeler okutmağa, onlara hakaret ettirmeğe ve dövdürmeye başlatmıştır. İşte Muaviye ile başlayan Emevi aşiretinin, Hz. Muhammed’in olduğu Haşimi aşiretinden ele geçirdiği Devlet başkanlığı olan Halifelik makamı, oğlu Yezid ile devam ettirilmiş ve tek rakibi olan Hüseyin Kerbela’da katledilmiş ve kesilen başı Şam’da teşhir edilmiştir.
Muaviye ile babadan oğula olacak şekilde başlatılan ve devam ettirilen hem Devlet Başkanlığı hem de dinî liderlik (İkili liderlik) uygulaması, iktidarı 750 yılında ele geçiren Abbasilerle de 1258 yılına kadar sürdürülmüştür. Hüseyin’in Kerbela’da katledilmesinden sonra da sadece dinî liderlik şeklinde ve yine babadan oğula olmak üzere 12 İmam uygulamasını da Hz. Ali taraftarları başlatmışlardır. Bu uygulama 930 yılında kaybolup, Hz. Ali taraftarlarınca tekrar geleceğine inanılan Muhammed Mehdi’ye kadar sürmüşse de daha sonra Hasan’ın soyundan dinî liderler Seyyid, Hüseyin’in soyundan gelenler ise Şerif olarak tanımlanmış ve bu makamlar halen yine babadan oğula devam ettirilmektedir.
Muaviye’nin başlattığı Hz. Ali taraftarlarını ötekileştirme ve Mescitlerden uzaklaştırması ile mecburen Allah’a ibad ve ibadet etmelerine /kulluklarına yönelik namaz /dua ritüellerini, salât denilen birlik bilincini oluşturma, sosyal yardımlaşma ve dayanışma toplantılarını, Kur’an’ı öğrenme çalışmalarını evlerinde gizli olarak yapmaya zorlanmaları sonucu asırlar süren din temelli bir gruplaşma ve 800’lü yıllardan başlamak üzere de mezhepler şeklinde fırkalaşmalar başlamıştır.
Bir tarafta gizli ibad ve ibadet /kulluk etmeye çabalayan Hz. Ali taraftarlarının mağduriyetlerine inanan ve Kur’an’ın muhkem /değişmez ana kuralları ile birlikte, Hz. Muhammed’in kan bağı olan ve Ehl-i Beyt diye tanımlanan Hz. Ali ile oğulları Hasan ve Hüseyin’in soyunu devam ettirme mücadelesi verenler, diğer tarafta ise 4 Mezhebin birlikteliği halinde “Hadis veya Sünnet” kitabı ismi altında, Kur’an’a uygun sözler olan “Hadisler” yanında, insan olarak Kur’an dışı yaşam şekli ve gelenekler hakkında dinsel olmayan “Sünnet sözlerinin” toplanmış olduğu “Kütub-i Sitte” kitabını Kur’an’ın yanında ikinci bir kaynak olarak benimseyen “Sünni” toplum. Başlangıçta ayrışıp din temelli düşmanlaşmaya ve katliamlara sıcak bakan Harici gruba mensup olanlar, zaman içinde Sünni grup içine dahil olmuş ve erimişlerdir.
Bu gruplaşmanın Emevi-Abbasi taraftarları ile Hz. Ali taraftarları şeklinde oluşunun temeline baktığımızda, bunun dinde farklılaşma değil de tamamen devlet başkanlığı ve idareyi ele geçirme şeklinde siyasi temelli olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü din temelli düşman bir ayrışmanın En’am-159. ayete aykırı olacağı, Hz. Muhammed’in Kur’an eğitimi vermiş olduğu o zamanın kişilerinin çoğunluğu tarafından biliniyordu (En’am-159. Ayete bakınız).
Suudi Arabistan’ın dışında yaşayan toplumlardan özellikle Türk toplumları ile ilk temas, Halife Ömer’in 636 yılında Türk olan İran Sasanileri ile savaşması ve onları yenip şehirlerini ele geçirmesi ile olur. Hz. Ali başa geçince, bu şehirlere yerleşen Arap savaşçılarını Arabistan’a geri çeker ve Türkleri gördükleri zulümden kurtarır. Bu davranış, Horasan bölgesi Türklerinde Hz. Ali’ye karşı olumlu bir ön yargı ve sempati oluşturur.
673-680 yıllarında bu defa Emeviler Özbekistan’ın Buhara, Talkan, Baykent ve Semerkand şehirlerini ele geçirip yağma ederler ve zor kullanarak veya para vererek oradaki Türk halkını İslamlaştırma yöntemini uygularlar. Bu yaklaşım, halkın bir kısmının diğer Türk bölgeleri olan Horasan, Azerbeycan ve Türkistan’a göç etmelerine neden olur.
Türkler 670’lerden 740’lara kadar Arapların yaptıkları katliamlarla Müslüman olmuşlardır. 70 yıl kadar süren Türk-Arap savaşlarının sonucunda 100 binin üzerinde Türk öldürülmüş, 50 binin üzerinde Türk genci de köle ve cariye (hizmetli) yapılmış, şehirler yağmalanmış, ganimet diye halkın her şeyi talan edilmiş, tarihi eserler yok edilmiş “teslim olursanız canınız bağışlanacak” sözü hiçbir zaman yerine getirilmemiş, “şeriat söz tanımaz” denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.
Arapları orta Asya’ya saldırmaya iten en önemli neden, savaşa katılan Arapların kısa zamanda büyük servetlere sahip olmalarıdır. Çöllerde yoksulluk içinde yaşayan bedevi Araplar, savaşa katılan askerlerin, yüksek maaş ve ganimetlerle kısa zamanda büyük bir zenginliğe kavuştuklarını görürler. Bu nedenle Arap yarımadasının dışına çok büyük bir Arap göçü başlar. İran’a, Buhara, Baykent, Semerkant gibi büyük şehirlere önemli sayıda Arap aileler yerleşir.
Tek Allah ve her şeyin Allah’ın bir tezahürü olduğuna, yani Tevhide inanılan Tengri dininde Türkler ibadetlerini içki, müzik ve dans eşliğinde yapmışlardı. Din adamları da Şaman ismi ile tanımlanmışlardır.
685 yıllarında Haccac ile bu defa Irak’ın zorla İslamlaştırılması hareketi olur ve aralarında Türklerin de bulunduğu halk zulüm görür.
Gördükleri zulüm karşısında İslamlaştırılan Türkler, “Yatuk” denilen şehirliler değil, çoğunlukla göçebe yaşam içinde olan ve Yörük veya Türkmen diye tanımlananlardı. Şehirliler ise ya Tengri, Zerdüşt, Budizm veya Mani gibi eski inançlarını devam ettirmişler veya Emevi-Abbasi’lerin din dedikleri Kur’an dışı uygulamalarını benimsemişlerdir.
Bu önemli konuya inşallah devam etmek üzere sağlıklar dilerim.
NOT- NÖVAK Vakfımızın kitaplarının gelirleri ile Eskişehir Tıp Öğrencilerine burs veriyoruz. Özel günlerinizde kitaplardan alır veya hediye ederseniz bize destek olur ve öğrenci sayımız artar: “DİN VE BEYİN”, “SON DAVET KUR’AN Tercümesi”, “KUR’AN KADINI KORUYOR”, “OKU! Konularına göre Kur’an ayetleri”, “TEVRAT VE İNCİL’DE ÖNCEKİ İSLAM”, “KUR’AN VE SON İSLAM”, “ALLAH İLE 7 KONUDA ANLAŞMAMIZ VAR”, “ALLAH’TAN ALACAKLI OL”, “ÖZDE DİNDAR, SÖZDE DİNDAR”, “ALLAH KİMİ SEVER, KİMİ SEVMEZ” ve “HADİS VE SÜNNET GERÇEĞİ”