Bir reklam vardı “ağzı olan konuşuyor” diye. Reklamın amacını hatırlamıyorum amma bu söz, ağzı olan herkes değil, konu hakkında bilgi ve yetkisi olan konuşmalı anlamında doğru bir sözdür. Özellikle konu din ve dini meseleler olunca her önüne gelen hüküm vermemelidir. Ancak günümüzde, ne yazık ki, söz konusu din olunca ağzı olan herkes konuşup ahkam kesmektedir. Berber, kasap, amele, işçi, esnaf, avukat, doktor, mühendis velhasıl işin uzmanı olmayan herkes, dini konularda rahatça konuşmakta ve hatta hüküm verebilmektedir. Bunun için de Müslüman olmalarını yeterli sebep görmektedirler. Genellikle “bence” diye başlayan bu ahkâm kesmeler, İmâm A’zam, İmâm Şafiî gibi âlimleri yetersiz görmeye, onları suçlamaya, hatta bazen hadisleri inkara kadar gidebilmektedir.
Elbette ki her Müslümanın bir mükellef olarak dini konularda konuşma, soru sorma, araştırma, Kur’ân ve sünnetin ne dediğini anlamaya çaba gösterme ve bu konuda ilmi seviyesine göre konuşma hakkı vardır. Ancak nasslardan (Kur’ân ve Sünnetten) hüküm çıkarma ve fetva vermek söz konusu olunca orada durmak gerekir. Nasslardan hüküm çıkarmak için Müslüman olmak yetmediği gibi, Arapça bilmek, Kur’ân-ı Kerîm mealini okumuş olmak, bazı dini meseleleri bilmek, hatta ilahiyat mezunu, medrese mezunu olmak bile yetmez. Dinimiz, peygamberlerden sonra din adına hüküm verme yetkisini herkese değil, işin uzmanı müctehidlere (dini hüküm çıkaracak ilmi birikime sahip kimse) vermiştir. Yani işi ehline ve layığına bırakmıştır. Buna da kısaca ehliyet ve liyakat denir.
Arapça “ehl” kelimesinden türemiş bir isim olan ehliyet; bir kişinin bir emaneti, bir görev ve sorumluluğu üstlenebilecek mesleki niteliklere, eğitim ve beceriye sahip olma durumunu ifade eder. Liyakat ise söz konusu işe layık olma anlamını taşır. Çoğu zaman birbirine karıştırılan ehliyet ile liyakat aslında farklı anlamları ifade ederler. Buna göre ehliyet, bir işi yapabilmek için gerekli eğitim, deneyim ve donanıma sahip olmak anlamını taşırken, liyakat iş teslim edilen kimsenin sahip olması gereken ahlaki ve etik değerleri ifade eder. O zaman, kendisine iş verilecek kimsenin hem o iş hakkında gerekli bilgi, eğitim ve tecrübeye sahip olması, hem de o işi yaparken İslâm’da belirtilen ahlaki değer ve güvenilirliğe sahip olması gerekir. Bu anlamda her ehliyet sahibi liyakatli olmayabileceği gibi, her liyakat sahibi de ehliyetli olmayabilir. Yani, herhangi bir makama getirilecek kimsenin bilgili, tecrübeli, deneyimli olması o işe atanması için yeterli olmadığı gibi aynı zamanda helal ve harama dikkat eden, en azından etik davranacak karaktere de sahip olan birisi olması gerekir. Bunun tersi de geçerlidir. Kişi çok ahlaklı, âlim ve erdemli olabilir ancak söz konusu iş ve makam hakkında eğitimi, tecrübesi yoksa (buna ehliyet denir) sırf iyi bir insandır diye o kimseye görev verilmemelidir. Kısaca, işi hem o iş için gerekli eğitim ve beceriye sahip, hem de usulsüzlük ve haksızlık yapmayacak ahlaki değerlere sahip kimseye vermek dinimizin emridir. Aslında her iş için durum böyledir. Arabanız bozulduğunda sıradan birisine değil, ustasına hatta en iyisine götürmek, hastalanınca işin uzmanı olan doktora gitmek, ekonomi için ekonomi uzmanına, hatta ve hatta yemek yapmak için bile işin uzmanına, yani bilene, başka bir ifadeyle işin ehline sormak, işi ona havale etmek gerekir.
Söz konusu dini hükümler olunca bu durum daha da ciddiyet kazanır ve din, bu konuda hüküm verme yetkisini herkese değil, ehliyet ve liyakat sahibi, işin uzmanı olan âlimlere (müctehidlere) vermiştir. “…Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorunuz.” (Nahl, 16/43) âyeti bunu ifade etmektedir. Aynı şekilde Peygamberimiz (s.a.v.)’den sonra bu görev her Müslümana değil, uzman âlimlere (müctehidlere) verilmiştir. “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir” (Ebû Dâvûd, İlim, 1) hadisiyle buna dikkat çekilmiştir.
O zaman uzman âlim (müctehid) kimdir? Âlimlerimiz Kur’ân ve sünnetten hüküm çıkarabilecek müctehid kimsenin âlim, âmil (ilmiyle amel eden) ve muhlis (amelinde samimi, ihlaslı) olmanın yanı sıra, şu şartlara da haiz (ehliyet ve liykat için) olması gerektiğini söylemişlerdir: Üst seviyede Arapça bilmek, Kur’an’ı ve özellikle ahkam ayetlerini ve tefsirlerini bilmek, hadis ilmini, yani ahkam hadisleri ve hadis usulünü bilmek, üzerinde icmâ hasıl olmuş yani, İslam âlimlerinin görüş birliğine vardığı hükümleri bilmek, dinin maksat ve gayelerini bilmek, Kur’ân, sünnet ve diğer delillerden hüküm çıkarma tekniklerini öğreten fıkıh usulü ilmine hakkıyla vakıf olmak ve içtihad melekesine / kabiliyetine sahip olmak. (Bkz. Arif Yağyudan, Kimler fetvâ vermeye ehildir?https://www.sadecegercek.net/2014/08/kimler-fetvâ-vermeye-hildir.html). Ancak bu şartlara haiz olanlar dini konularda Kur’an ve sünnetten hüküm çıkarabilirler.
Peki onlar yanlış fetvâ vermişse ne olacak? Dinimize göre müctehidlik şartlarını taşıyan âlim kimse samimiyetle fetvâ verdiği zaman yanılırsa bile bir, isabet ederse iki sevap alır. Bunu da Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle ifade etmiştir: “Hâkim (müctehid) içtihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat vardır. İçtihadla hükmedip de yanılırsa, onun için bir mükâfat vardır.” (Buhâri, el-İ’tisâm, 21; Müslim, el-Akdiye, 15; Ahmed b. Hanbel, III / 187). Zira dinimiz evrensel bir dindir ve hükmü kıyamete kadar sürecektir. Dinimizin muhattabı sadece Müslümanlar değil, tüm insanlardır. Onun için ulema tüm insanları iki kısma ayırmış ve Müslümanlara ümmet-i icabe (peygamberin devetine icabet etmiş olan Müslümanlar) ve ümmet-i da’ve (davet edilecek olan gayrimüslimler) demişlerdir. Eğer peygamberden (s.a.v.) sonra bu yetki âlimlere verilmemiş olsaydı dinimiz donuk kalır, yeni sorun ve sorulara cevap bulamaz, problemleri çözemezdi. Aynı şekilde samimi müctehidler, hükümlerinde yanıldıkları zaman günaha girmiş olsalardı, hiçbir müctehid fetvâ vermeye cesaret edemezdi. Bundan dolayı dinimiz yetkili âlimlerin din adına hüküm vermelerini teşvik etmek için, yanılmaları durumuna bile sevap vermiştir. Ancak bu durum Müslüman olan her insan için değil, hüküm verme ehliyet ve liyakatı olan âlimlere aittir. Müctehid olmayana ise müctehidlerin fetvalarını okuyup onunla amel etmek yine dinin emridir.
İmam A’zam Ebû Hanife’nin “Tabiûn (sahabeyi görenleri görmüş olan nesil) insansa bende bir insanım” sözünden hareketle bazı kimseler, İmam A’zam, İmam Şafiî insansa ben de insanım, Kur’ân onlara hitap ediyorsa bana da hitap ediyor, o halde ben de Kur’ân meâline bakıp hüküm verebilirim, diyebilmektedirler. “Bunun için benim gibi birer insan olan âlimlerin ne dediğine bakmam gerekmez” deyip uzmanı olmadıkları halde mealden veya okudukları birtakım kitaplardan hareketle kendilerince hüküm çıkarmaya kalkışmaktadırlar. Bu durum, araba sürmesini bilmeyen bir gencin trafiği yoğun bir caddede babasından arabayı alıp, “bu kadar insan araba sürüyor, onlar da insan ben de, onlar araba sürüyorsa ben de sürerim” deyip cahil cesaretiyle araba sürmeye kalkışmasına benzer. Böyle bir kimsenin ehliyeti ve tecrübesi olmadan kalabalık caddede sırf “ben de insanım” deyip araba sürmesi, büyük bir kazaya, onlarca arabanın birbirine girmesine ve hatta ölümlere yol açacağı kesindir. O halde insan olmak, kişiye her konuda söz söyleme ve iş yapma yetkisi vermez. Yoksa 1.6 milyar Müslümanın her biri kendi anlayışına göre bir söz söyler ve düzen demek olan din, kaos olur.
Dolayısıyla âlim olmadığı halde sırf Müslüman olduğu, Arapça bildiği, meal okuduğu veya fehm (dini konularda kitap okumuş ve bazı meselelere vakıf olan kimse) sahibi olduğu için bir kimse, direkt Kur’ân’dan hüküm çıkarmaya kalkışırsa hata yapmış olur. Yetkisi olmayan bir işe giriştiği için günah işlemiş olur. Ancak kendi kafasına göre değil, bir müctehidin fetvasına göre amel ederse, eğer o müctehid yanılmış olsa dahi bu kimse sorumlu olmaz. İş müctehidde kalır. Müctehid de samimiyetle fetva verdiği ancak yanıldığı için günaha girmemiş yine bir sevap almış olur. O halde ağzı olan değil, ehliyet ve liyakatı olan hüküm vermelidir.
Selâm ve saygılarımla.
5 yorum
Ehliyet ve liyakatla birlikte ağzının olması, meramını dillendirmesinde yardımcı olacak,dolayısıyla ağzının olmasıda şart.
Selam ve saygılar.😂
Devamını bekliyoruz.Yüreğinize ve kaleminize sağlık
Eyvallah Remzi hocam.
Allah razı olsun hocam.
Cümlemizden Abdullah hocam. Sağolun.
Umuyorum ki mealist kafadakiler bu yazıdan da bir hüküm çıkartırlar kendilerine