Yakın zamana kadar, bilimsel gelişmelere bağlı olarak dinlerin zayıflayacağı; buna bağlı olarak da seküler (laik) anlayışın güç kazanarak gelişeceği düşünülüyordu. Ancak son dönemlerdeki gelişmeler, hem ulusal hem de uluslararası ilişkilerde din ve mezheplerin etkisinin artması ile bu anlayışın yeniden gözden geçirilmesine yol açtı. Dine olan ilgi bilimin ve bilimsel düşüncenin zayıflaması olarak değerlendirilemez. O halde bu gelişmenin sebebinin ne olduğu üzerinde kafa yormak lazım. Öyle gözüküyor ki, deney ve keşiflere dayalı pozitif ve sosyal bilimler henüz daha insandaki dini eğilimler dahil inançla ilgili soru ve sorunlara yeterli ölçüde cevap bulamamıştır. Bilim alanındaki hızlı gelişmeler, böyle bir umut yaratmış olsa da, geçen zaman dinlerin gereksizliği ve yetersizliğini ortaya koyamamıştır. Bu ise dinlere olan ilginin tekrar yükselmesin yol açtı. Nitekim birçok uluslararası kuruluş, politikacı ve bilim adamı, dini inançların insanlığın geleceğini nasıl etkileyeceği üzerinde fikir yürütmeye çalışmaktadır. Bu konuda olumlu düşünenler, dinlerin de evrimleşerek insanlığın ortak ahlaki paydalarının oluşmasına katkı sağlayacağı görüşündedirler. Bunun tam tersine dinlerin yükselişinin medeniyetler çatışmasını körükleyerek ortak insani değerleri zayıflatacağı görüşü de ileri sürülmektedir.
Din ile bilimin ilişkisi tarihsel şartlara göre değişiklik gösterdiği için din ile bilim ilişkisi konusunda kesin iddialarda bulunulması imkansız gözükmektedir. Ayrıca bilimle uğraşan birçok uzman aynı zamanda dine; din alanından uzmanlaşan birçok insan da bilime ilgi duyabilmektedir. Bu açıdan da bu iki alan arasında kesin bir ayırım yapılması mümkün değildir. Bence din ve bilim arasındaki ilişki en doğru şekilde dine ya da pozitif bilimlere ilgi duyan bilim adamlarının nihai amaçlarına bakılarak anlaşılabilir.
Dinlere olan ilgi genelde iki temel sebebe indirgenmektedir. Bunlardan birisi insanın yaratılışında bulunan ve yaratılıştan kaynaklanan yaratanına yönelme arzusudur. Bu yöneliş her varlığın onu var eden kaynağa yönelme arzusu olarak ortaya çıkmaktadır. Yaradan’a yaratılıştan bağlılık: Derelerin göl, deniz ve okyanuslara akışı ve de çocuğun anne ve babasına, ağacın toprağa, meyvenin ağacına yaprağın da dalına bağlılığı ve özlemi gibidir. Bundan dolayıdır ki ilahiyatçılar tarafından din, fıtri (yaratılışa bağlı) bir eğilim olarak tanımlanmaktadır. Dinlere olan eğilimin ikinci sebebi olarak ise insandaki iktidar ve egemenlik duygusu gösterilmektedir. Dini bu bakış açısı ile ele alanlar, insandaki dini eğilimi yaratılıştan kaynaklanan yaratıcıya yönelme olarak değil; insandaki güç ve egemenlik duygusunun yarattığı araçsal bir eğilim olarak görürler. Günümüz ilahiyat sahasındaki çalışmalarda her iki eğilimin de izlerini görebilmekteyiz.
Seküler bilim insanlarının tutum ve davranışlarına da bakıldığında da hümanist ve ahlakçı anlayış ile güç merkezli, bilimi insana ve tabiata egemen olma aracı olarak gören benzer iki akımın yarıştığı görülür. Sonuçta hem bilim hem de dine yaklaşımları birlikte değerlendirdiğimizde benzer yaklaşımların öne çıktığı görülmektedir.
Dinin egemenlik ve güç eksenli araçsal yorumu zamanla kapitalist din ve dindarlık anlayışının gelişmesine yol açtı. Buna bağlı olarak da dinlerin yükselişinin en temel dinamiklerinden birisi de, kapitalizmin zamanla dinin gücünü keşfederek dini de kapitalizmin bir parçası haline getirmesi olarak kabul edilmektedir. Kapitalist dindarlığın gelişmesine paralel olarak devlet ve din arasındaki ide bağlantısı yeniden kurulmaya başlandı. Ancak bu devlet idesi ile din idesinin yeni kurgusunda din fıtri bir eğilim olmaktan çıkarılmış güç ve egemenliğin aracına dönüştürülmüştür. Bu itibarla da din, devlet politikalarını belirleyen değil meşrulaştıran bir mekanizma olarak algılanmaya başlandı. Bu anlayışa göre dinin kendine ait ontolojik bir varlığı yoktur. Bu anlayışa göre dinin varlığı amaçsal değil; gücü temsil eden devlet idesinin amacını gerçekleştirmeye yarayan araçsal bir varlıktır.
Kapitalist dindarlık devlet ve din idesi (manevi varlığı) arasında böyle bir bağ kurarken, bazı birey ve gruplar da bu gelişmeye uygun olarak dinin asli amaçlarından sapmış din üzerinden kendi şahsi amaçlarını gerçekleştirecek cemaat ve tarikatlar oluşturmaya başladılar. Bunun bir sonucu olarak çeşitli bölgelerdeki birçok tarikat şeyh ya da dini otoritelerin oluşturdukları kurumsal dindar yapılar ile devletin kurumsal yapıları arasında zaman zaman çıkar ilişkilerine dayalı dostluklar, zaman zaman da çıkar çatışmasın dayanan sorunlar yaşanmaktadır. Dinin asli amaçlarından sapmış olan kurumsal dindarlığın yarattığı bu yapı birey hak ve hürriyetlerinin gelişmesine engel olduğu gibi hukuk devleti anlayışının da gelişmesine engel olmaktadır. Çünkü bu tür yapılar zaman zaman devlet içinde cemaat ve tarikat mensuplarına atanma ve yükselmelerde haksız avantajlar sağlayarak hukuk devleti anlayışının zayıflamasına yol açmaktadır. Bu ise devlet içerisinde devlet olma durumunu var etmektedir. Ortadoğu ve Dünyanın birçok yerinde din ve devlet arasındaki çatışmalarda bu tür din ve devlet anlayışlarının büyük etkisi vardır. Bu sorunun çözümü için liyakatı esas alan bireysel tercihlerle birlikte ortak kamu düzeninin de korunmasını sağlayacak politikalara ve de hukuki düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır.
Kurumsal dindarlığın resmi bir şeklini de devlet sistemleri içerisinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, Papalık, devlet kilisesi, sinagog ya da geçmişten gelen inançları temsil eden ve devlet yapıları ile bütünleşen farklı dini kurumlar temsil etmektedir. İster sivil ister resmi olsun kurumsal dindarlığı temsil eden bu yapıların zamanla otoriter bir güce dönüşmesi ve çatışmalara yol açması; ya da çatışmalarda meşrulaştırıcı bir rol üstlenmesi doğal olarak dini kurumların yönetim ve denetim sorununu gündeme getirmektedir.
Bu sorunun çözümü için genelde iki farklı yaklaşım geliştirilmiştir. Bunlardan bir tanesi dinlerin toplum hayatından uzaklaştırılmasını esas alan devlet anlayışı diğeri ise devlet ile din işlerini makul ve hukuki bir zeminde yürütmeyi esas alan devlet anlayışıdır. Türkiye’de yükselen Cumhuriyet ideolojisinin temel mantığı laiklik üzere kurulmuş olsa da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devletin kurucu unsurlarından olması din ve devlet ilişkisinin tamamen birbirinden kopuk bir laiklik anlayışı ile kurgulanmadığına delalet etmektedir. Dönemsel farklı uygulamalara bakıldığında tartışılabilecek konulardan birisi, Cumhuriyetin kurucularının dini milli politikaların gerçekleştirilmesinin bir aracı olarak mı yoksa ilahi ve insani bir değer ve hak olarak mı gördükleri meselesidir. Anayasal düzenlemelere bakıldığında dinin temel bir hak ve hürriyet olarak algılandığı sonucu ortaya çıkmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında, din ve devlet ilişkilerinin din-bilim ilişkilerini de etkilediği görülmektedir. Bu duruma bağlı olarak dinin özünün korunduğu, din ve bilim ile temel insan hak ve hürriyetlerinin korunmasını esas alan yeni politikalara ihtiyaç duyulduğunu söyleyebiliriz.
Bilim alanındaki gelişmelere baktığımızda da sağlık ve eğitim alanında sağlanan başarılar bilime ilgi ve saygıyı arttırmakla beraber, bilimin ulusal ve uluslararası rekabette hem psikolojik hem de fiili saldırı araçları olan silah sektöründe sağladığı gelişmeler insanlık adına yeni riskler ve korkular ortaya çıkarmıştır. Bilimsel gelişmelerin yarattığı yeni riskler ve buna bağlı olarak ortaya çıkan korkuların giderilmesi için bilim ahlakı yanında, ortak evrensel bir hukuku da ihtiyaç duyulmaktadır. Bence dinin yeni işlevi bilimsel ahlakın korunması ve geliştirilmesinin yanı sıra evrensel hukuk normlarının da geliştirilmesine katkı sağlamak olmalıdır. Kısacası bilim evrenin maddi ve manevi yasaları olan Sünnetullahı ortaya çıkarırken, din ise insanın bu keşiflerinin ahlaki ve hukuki boyutunun tüm şeriatların özü olan temel insan hak ve hürriyetleri doğrultusunda gelişmesinde yardımcı olmalıdır.
Dünya ölçeğinde dinlerin geleceği ise devlet politikalarının, dini kurumlara kurumsal özerklik verip vermemelerine bağlı olarak değişecektir. Devletlerin dinsel ve mezhepsel geçmişlerine dayalı politikalar izlemeleri doğal olarak dinlerin devletlerarasındaki ilişkilerde daha etkili olmasını sağlamaktadır. Avrupa’nın ağır basan Katolik ve Protestan yapısı, Rusya’nın ağır basan Ortodoks yapısı ve Amerika’nın Evangelist Hristiyan yapısı Hindistan’ın Brahmanizmi, Çin’in Budizmi ve Ortadoğu’da Yahudiliğin hem iç hem de dış siyasette etkili olduğu bilinmektedir. Bu etkileşimin bölgesel ve uluslararası çatışmaların sebebi mi yoksa meşrulaştırıcı aracı mı olacağı, din ve devlet arasındaki ilişkilerin düzenlenmesine bağlı olarak değişecektir. Din-bilim ilişkisinin de bu politikalardan etkisinde kalacağı açıktır.
Dinin ulusal ve uluslararası siyasi hedeflerin sebebi ya da meşrulaştırma aracı olarak kullanılmasına karşı olanlar dinleri evrensel ortak ahlaki değerler doğrultusunda yorumlamaya çalışmaktadır. Bu anlayışı savunan Müslüman ilim adamları, tüm dini inançların ortak paydası olarak kabul edilen mekasid-ü şerianın (dinin temel amaçlarının), tüm dini yorumlarda esas alınması gerektiğini savunmaktadır. Seküler alanda gelişen ortak akıl çalışmaları (Common sense) ve hukuk alanında gelişen tabii hukuk anlayışları da benzer bir yaklaşımı çağrıştırmaktadır.
Henüz daha din ve devlet ilişkileri algı dünyamızda fıtri ve evrensel bir anlayış düzeyine ulaşmadığı için, amaçsal yorumu savunan ilahiyatçıların ileri sürdüğü fıtri ve evrensel din algısı yeteri kadar ilgi görmemektedir. Aynı şekilde bunların dışında yeni din arayışları da dinlerin ve dindarlığın geleceğinin şekillendirilmesinde etkili olmaya çalışmaktadır. Sonuç olarak dini algıların yeni süreçte, ortak paydalara doğru yönelerek evrensel ahlaki ilkelerin gelişmesine katkı sağlama ile bölgesel ve uluslararası çatışmaların sebep ya da meşrulaştırma aracı olması yönünde gelişmelere açıktır. Dinin ve dindarlığın evrensel ortak ahlaki ilkeler doğrultusunda gelişmesi durumunda, dinin bölgesel veya uluslararası çatışmaların sebep ya da meşrulaştırıcı aracı olması ihtimalleri zayıflayacaktır. Kurumsal dindarlık ve buna bağlı çatışmalar azaldığı ölçüde de evrensel ahlaki ilkelere dayalı bireysel ve kurumsal dindarlık algısı gelişecektir. Aksi bir gelişmenin olması halinde ise din adına, yaşanan haksız çatışmalar ve bunların sonucu olarak ortaya çıkan acıların tekrar tekrar yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
Ahlaki ve hukuki denetimi sağlanamamış bilimsel gelişmeler ise temel insani değerlerden uzak sorumsuz insanların elinde insanlık üzerinde haksız ve hukuksuz bir egemenlik kurulmasının yolunu açacaktır. Aslında tüm dinlerin insanlığı korumaya çalıştığı en büyük tehlikelerden bir tanesi de budur. Bu tehlikeden korunabilmek için dinin ve bilimin birbirine karşı değil, birbiriyle işbirliği içerisinde bulunmaları gerekir. Bunun başarılabilmesi için ahlaka ve hukuka önem veren bilim insanları ile din adamlarının ortak çalışmalarına ihtiyaç duyulacaktır. Bu ortak çalışmalar bilim ile din arasındaki makasın açılarak bilimin ve dinin insanlığın aleyhine sonuç doğurmasını engelleyerek ortak yaşam alanının korunmasını sağlayacaktır.
2 yorum
Sayın Yusuf Hocam yazınız da önemli bir konuyu ele aldığınız için tebrik eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Şunu önemle vurgulamak isterim ki; başta İSLAM olmak üzere “Hiç Bir Semavi Din Bilimle Çatışmaz”. Yeter ki üretilen bilimsel sonuçlar İNSANLIĞIN, TÜM CANLILARIN VEDE DOĞANIN ZARARINA OLMASIN. Fakat ne yazık ki bazı çok bilmiş ve de akıllı (!!!!!!!) bilim adamları Bilimi “İNSAN MAYMUNDAN TEKAMÜL ETMİŞTİR” ZIRVALIĞI zannediyor. Bizim KUTSAL KİTABIMIZ KUR’ANI KERİME GÖRE; İlim/Bilim her zaman Nafile İbadetten Daha hayırlıdır. Çünkü Kur’anın İlk Ayeti “OKU” emri olup “NAMAZ KIL” emri değildir.
Yusuf Hocam, Eleştirileriniz yerinde, temennileriniz güzel, ilahiyatçılara dair umudumu artırdınız teşekkürler…