Bir önceki makalemde, doçentlik sınavları hakkındaki bazı fikirlerimi paylaşmayı düşündüğümü beyan etmiştim. Ancak, TUS tercihleri ile ilgili istikbale matuf doğabilecek, acil çözüm gerektiren problemlerin dile getirilmesi ihtiyacı sebebi ile bu konunun ele alınması ertelenmişti.
Şimdi ise, doçentlik ve doçentlik imtihanları ile ilgili birkaç hususu gündeme getirmek istiyorum.
Master ve doktora payelerinin ülkemiz şartlarında çok kolay elde edildiği, eski ciddiyetini genellikle kaybettiği, nerede ise her isteyene dâhili ve harici çeşitli alternatif yollar kullanılarak(!) takdim edilebildiğinden dolayı, bir daha geri dönüşü olmayan şu “doçentlik” titrinin kazanılması hususunda daha ciddi stratejiler izlenmesinin gerekliliğine inanıyorum.
Nitekim doçentlik, her yoldan geçene, uyduruk, kopyacı, ciddiyetten uzak, eskinin tekrarı, verilerine araştırmacısının bile bıyık altından güldüğü, kerameti kendinden menkul, “Körler sağırlar, birbirini ağırlar.” ekseni ile şişirilmiş, yeni bir düşünce ve çözüm sunmayan, mükerrer, Şark kurnazlığı ile kaleme alınmış, yazarının(!) dahi muhtevasını bilmediği, adı sanı duyulmamış, her nasılsa bir yolunu bulup uluslararası bilim ve atıf indeksine girmiş, bilimselliği ve ciddiyeti tartışmalı dergilerde yayımlanmış makaleler(!) ile müracaat edilebilecek bir paye değildir.
Doçentlik sınavı, uzmanlık imtihanındaki adayın ve hatta tıp fakültesi öğrencisinin bile cevaplayabileceği türden soruların sorulduğu ve hatta bu nedenle de elini kolunu sallayarak hazırlıksız olarak “şöyle girelim bir bakalım, belki bir yerlerden sinyal(!) gelir mi,” düşüncesi ile girilen bir sınav değildir. Olmamalıdır…
Her profesör unvanlının, adaydan daha az donanımı olanın, bilgi, beceri ve tecrübesinin sınava gireninki ile mukayese kabul etmeyenin, üretmeyenin, aktif olmayanın, art niyetli veya menfi olmak için hazırlıklı gelenin, sorduğu sorunun cevabını kendisinin bile bilmeyenin jüri üyesi olarak görevlendirileceği bir sınav değildir.
Doçentlik, bilim maratonunda geri dönüşü olmayan, zirveyi kucaklamanın genellikle kat’iyyet kazandığı saygın bir akademik paye olup, gerekli bilgi, beceri ve seviyeyi tutturamayanların müracaat etmemesi gereken, en azından haddini bilmeleri icap eden, o titre layık olup olmamak konusunda biraz olsun kafa yorulması lüzumu olan, ve bu sebeplerden ötürü de herkese dağıtılmaması gereken bir unvandır.
Doçentlik, uluslararası platformda üretmeyen, devamlı tüketen, bilim ve teknoloji ithalatına mahkûm, kazan-kazan politikalarının değirmenine su taşıyan, tufeyli, nemelâzımcı, “benim işim yürüsün”cü zihniyet sahiplerine tevdi edilecek bir “akademik unvan” değildir.
Yine bu köşede, üniversite ve fakültelerin yapılandırılması, organizasyonu, akademik ve idari atama, yükseltme ve bu hususlarda uyulması gereken prensipleri konu alan birçok makale tarafımdan neşredilmiştir. Bir şeyler yapması gerekenlerin her nedense, sesleri ve solukları çıkmıyor.
Ama ben yine görevimi yapayım, belki birilerinin aklının ucundan geçer de bu yazılanları okur, çenesini ellerinin arasına alır ve düşünür. Çözüm üretir, işlerliğe koyar. Ben de “Çorbada benim de tuzum var!” diyerek kalben müsterih olabilirim.
Yine Ya Hayy mehazlı, Hicrânî bir rubâimizle Nefes’lenelim (Ya Hayy!, İsmail Hakkı AYDIN, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2014).
HİCRÂN OLUR
(Failatün Failatün Failatün Failün)
Öyle bir yâr sevdi gönlüm dillere destân olur
Aşkının derdiyle inler, her gören vîrân olur
Hicr-i sûzanıyla yansam, hiç şikâyet eylemem,
Bahtıma tâlih Nefes’ten ismi de Hicrân olur.