Aslında bu makalemde hekimlerin-cerrahların, özellikle “beyin cerrahlarının feryadı” hususunda ifade-i beyanda bulunacaktım. Zira yakın zaman önce, gerek Türk Nöroşirurji Derneğimizin 4-8 Nisan 2014 tarihleri arasında Antalya’da, gerekse Sinir Sistemi Cerrahisi Derneğimizin Dicle Üniversitesi ile 18-19 Nisan 2014 tarihleri arasında Diyarbakır’da ortaklaşa düzenlediği kongre ve sempozyumlarda, özellikle periferde çalışan meslektaşlarımızın yakınmalarını, feryad’u figanlarını, yakinen bizatihi dinleme imkânını ve duygularını paylaşma fırsatını bulmuştum. Ancak, köşemde en son yayımlanan “Doçentlik Sınavları” isimli makaleme gelen tepki ve yorumların fazlalığı, beni tekrar bu konu üzerinde ilmi gerçekleri ifade etme mecburiyetinde bıraktı. Bu sebeple, “meslektaşlarımızın feryadı” üzerinde daha detaylı kalem oynatabilmek için bu konuyu bir sonraki makalemize bırakıp, tekrar yukarıda bahsi geçen, yayımlanmış son yazıma dönmek istiyorum.
Okuyucu yorumlarından ve bizatihi telefonla bana ulaşarak fikir ve şikâyetlerini beyan eden gerek akademisyen meslektaşlarımızdan gerekse dostlarımızdan edindiğimiz intiba, bu hamurun çok daha fazla su kaldıracağı ve çok basit bir çözümü olmasına rağmen, yetkililerin bu hususta kolay kolay adım atmayacağı ya da atamayacağı hakikatini ortaya koymaktadır.
Yakın zaman önce, eski Atatürk Üniversiteli, şimdi ODTÜ’lü değerli Bilim Adamı, TÜBİTAK Ödüllü, Kadim Dostum Prof. Dr. Metin Balcı, bir yazısında, makale intihallerinin nasıl cirit attığını, uydur-kaydır metotlarla bir şekilde SCI kapsamına girmiş, yazarı, hakemi, editör ve yayımcısı hep aynı telden çalan nice “paralı dergiler”in impakt faktörünün yerlerde yüzüstü süründüğünü ve bunlara maalesef ülkemizde bazı akademisyenler tarafından ne kadar rağbet edildiğini, doçentlik sınavlarında bunların ne derece görmezden gelindiğini veya görülebildiğini çok detaylı bir şekilde ifade etmişti.
Köşe yazılarımdan ve yayımlanmış kitaplarımdan başka, yıllar önce, benim de başkan vekilliğini yaptığım DPT, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı çerçevesinde, Yükseköğretim Komisyonunda çok detaylı bir rapor hazırlanmış ve ilgili makamlara sunulmuştu (http://www3.kalkinma.gov.tr/DocObjects/Download/3218/oik550.pdf). Ancak, yazılanlar maalesef hep sayfalarda ve dosyalarda kalıyor, icraata bir türlü geçilemiyor.
Diğer taraftan “H Faktörü” şartını aramak bir yana, (http://www.medimagazin.com.tr/…/ismail-hakki-aydIn/tr-8220h8221-faktoru-72-) 2547 sayılı Üniversiteler Kanunu, Akademik Atama ve Yükseltme Kuralları bihakkın uygulansa, uydur-kaydır yöntemlere tevessül edilmese bu problemler büyük oranda çözüme kavuşur. Fakat “bir gizli Şark kurnazı el” devamlı bir çıkar yol bulmakta ve işaret edilmesini istediklerine yol gösterebilmektedir(!). Apoletlerini, yıldızlarını parlatmak isteyen, adı sanı bilinmez bir sanal memleketin sözde kralı, prensi veya kraliçesi gibi, isminin önüne uydur-kaydır sözüm ona unvanlar, nişanlar ilave edip ticari amaçlarını gerçekleştirmek, yoksunu olduğu erdem, haysiyet, şeref ve onur sahibi olabilmek için şeytanın bile aklına gelmeyen yöntemleri kullanarak amacına ulaşanlara çanak tutanlar, yol gösterenler ve göz kırpanlar var olduğu müddetçe, nekahet dönemi ve arkasından sağlıklı bir akademik hayata kavuşamayacağız(!). Nitekim geri kalmışlık bir bütündür, parçalanamaz!
Her ne kadar ifade dilleri ve şekilleri açısından eleştirilebilir ise de yorumculara katılmamak elde değil…
En son çıkan “YAA HAYY!” isimli kitabımızdan, dumanı üstünde (İsmail Hakkı AYDIN, Yaa Hayy!, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2014) bir rubai paylaşalım.
EY SEVGİLİ YÂR!
(Mef’ûlu, Mefâîlü, Mefâîlü, Feûl)
Ey Sevgili Yâr! Cevrine kızgın değilim.
Hicranla tutuştum ama, kırgın değilim.
Cân sevdi senin zulmünü, vuslat diyerek,
Kahrın da güzel, hicrine dargın değilim.