“Doçentlik”, insanlığın ortak mirası olan ilmi müktesebatımızın muhafazası, yeni keşif ve icatlarla zenginleştirilmesi, kesintisiz sürdürülmesi ve kuşaktan kuşağa nesiller boyu aktarılmasında çok önemli ve asla taviz verilmemesi gereken akademik bir unvan olup, üniversiter sistemde, geri dönüşü olmayan ileri derecede etkin bir kariyer aşamasıdır.
Her ne kadar uluslararası bilimsel platformda, akademik hayatın ilk ve en mühim basamağı olan “doktora” ilmi yeşil pasaport olarak telakki edilse de, dünyanın diğer birçok ülkesinden farklı olarak, gerek kadro ve gerekse üniversiter itibar açısından ülkemizdeki akademik organizasyonda “doçentlik” merhalesi, en önemli basamak olarak kabul edilmektedir.
Üzülerek belirtmeliyim ki, bir toplumda hangi açıdan olursa olsun dejenerasyon başlayınca, o toplumun her organı ve her ferdi, bireysel makam, mevki, kalite, kültürel, sosyolojik ve eğitim seviyelerine göre belli oranlarda, kendilerine düşen payları alır ve bunu da adaptasyon zorluğu çekmeden ve cılız tepkiler bir yana, genellikle itiraz etmeden kabullenirler. Bu çerçeveden bakıldığında, sağlık sistemimizde olduğu gibi, bir türlü yerli yerine oturtulamayan, sık sık değiştirilen ve rayına sokulamayan “Üniversite Kanunu”, diğer bir deyişle “YÖK Kanunu” zaman zaman akılları karıştırsa da, akademik hayatımızı şekillendirmektedir.
“Doçentlik” unvanının verilebilmesi için yapılan sınavlar da, bu minval üzere sık sık değişikliklere maruz kalmaktadır. “Uydur-kaydır eğitim kurumlarının ve akademik unvanların” cirit attığı bir ortamda, bu hususta fikir beyan etmek ne kadar doğrudur bilmiyorum ama üniversitelerde tıp fakülteleri dışındaki branşlar bir yana, hekimlik ve bu meslekle ilgili olarak akademik unvanların kazanımı hususunda yapılan bazı düzenlemeler, kanaatimce uluslararası bilimsel politikalar dikkate alınarak yeniden gözden geçirilmelidir.
Uluslararası SCI kapsamında ciddi bir araştırması, yayını ve yeterli derecede atıfı (citation) olmayan, dünyada bilim adamlarının ilmi değerlerini belirlemede önemli bir kriter olan “H faktörü” değeri yerlerde sürünen, literatürü takip etmekten, yazmaktan, okumaktan -var mı bilmiyorum ama-, tezini-fikrini bile savunmaktan aciz, görevli olduğu jürideki adayların seviyesini bile yakalayamamış, ilmi değerini ortaya koyan sorusunu bile daha önceden hazırlayıp gelen ve her nasılsa aldıkları “profesör”(!) titrlerinin arkasına sığınmış kara cahil bazı kişilerin doçentlik jürilerinde yer almalarını anlamakta zorlanıyorum.
Ne olduğu ve normal uzmandan farkı bir türlü anlaşılamayan “yardımcı doçent”lik payesinden sonra, doçentlik sınavlarında, yıllar önce var olan ve çok gerekli olduğuna inandığım “kollokyum” ve cerrahi branşlarda “ameliyat” aşamaları neden kaldırıldı, anlamış değilim. Hele hele cerrahi branşlarda, her uzmanın her operatörün yapabildiği sıradan ameliyatları yapmak -onları da yapabiliyorlar mı bilmiyoruz ya- bir kriter olmamalıdır. Yüksek riskli ameliyatları doçent ve profesörler yapmayacak da kimler yapacak? Hiç dertleri(!) ve düşmanları(!) yokmuş gibi, bunu da uzmanlarımızdan beklemek safdillik olur. Akademik payelerin, tabela ve kartvizitleri süslemekten(!) başka ne ehemmiyeti kalır? Üniversiteler dışında icra-i san’at(!) yapanların, doçent ve profesör olmak için akıl almaz entrika ve usullere müracaat etmelerini nasıl izah edebiliriz ki?
Mesleğimin dışında yazdığım yedinci kitabım “YÂ HAYY!” dan bir rubâî (Ötüken Yayınları, İstanbul, 2014, Sayfa 78) ile meslektaşlarımızın ve okuyucularımızın engin gönüllerine iltica ederek girmeye çalışalım.
İFTİHÂRIM YOK
(Mefâîlün, Mefâîlün, Mefâîlün, Mefâîlün)
Delî, dîvâneyim, aşkınla mecnûn, itibârım yok.
Gönül eğlenmiyor zîra, figândan başka kârım yok.
Şuûrum yok, huzûrum yok, ne insaf gülde, gülşende,
Seni sevmek dışında bir medâr-ı iftiharım yok.