(tababet san’atının icrası ile geçen 33 yıl/anı 17)
Ankara Tıp’ta öğrenci olduğum yıllarda birileri bana “gün gelecek, sen de bir üniversitede öğretim üyesi olacaksın, hatta doçentlik sınavına girmek için tekrar tekrar buraya geleceksin” deselerdi inanmaz, şaka yaptıklarını, benimle eğlendiklerini falan söylerdim.
Aradan yıllar geçti ve o gün için hayalini bile kurmadığım şey gerçek oluverdi.
Ankara Atatürk Sanatoryumu’nda Göğüs Cerrahisi ihtisasımın bitmesine yakın bir gün Şef Muavinimiz bir teklif sundu. Yeni açılmakta olan Van ve Urfa Tıp Fakültelerinin Yardımcı Doçent aradıklarını ve gitmek isteyip istemediğimi sordu. Doğrusu o zaman için bu öneri pek de cazip gelmedi (hoş, bırakın doksanlı yılları bugün bile bu tür yerlere öğretim üyesi bulmak hâlâ çok zor). Mümkünse Sanatoryum’da devam etmek, Ankara’dan ayrılmak istemiyordum. Zira Ağrı’daki mecburi hizmet sırasında türlü sıkıntılarla karşılaşmış, bayağı sıkılmış ve bunalmıştım. (1-3)
“Kader ağlarını örmüştü” derler ya, öyle yaptım olmadı, böyle yaptım olmadı ve sonunda kendimi Van yollarına düşmüş buldum.
Son kararı verebilmek için Van’ı ziyaret ettim. Üniversitenin yerleşkesindeki Van Gölü sahilinde bulunan misafirhanesinde kaldım. Şehrin merkezine yakın tıp fakültesi dekanlığını ziyaret edip dekan hoca ile tanışıp görüştüm. Birlikte yeni yapılmakta olan hastaneyi, temel tıp bilimleri binasını ve öğretim üyeleri bloğunu gezdik, hatta beni bir grup öğretim üyesi ile bir ziyafete dahi götürdü. Van’ın konumu, fakültenin durumu ve Hoca’nın sıcak ve samimi tavrı, karar vermemde etkili ve belirleyici oldu. O yıllarda yeni kurulan tıp fakültelerinde öğretim üyesi ihtiyacını giderebilmek için dekanlıktan alınan ihtiyaç yazısı ile sağlık bakanlığına başvurduğunuzda, mecburi hizmet tayinini de tercihli kura ile yaptırma fırsatı vardı. Hoca gerekli yazıyı verdi ve fakülteye başlar başlamaz da hızla öğretim üyesi kadrosuna geçebilmem için elinden gelen destek ve yardımı esirgemedi. Dursun Odabaş Hocamla olan sevgi, saygı ve muhabbetimiz yıllar yılı sürdü ve günü geldi Van’dan da birlikte ayrıldık. (4)
Sanatoryum’daki uzmanlık eğitimim sırasında vaka çoktu fakat yayın konusunda aynı oranda istek ve gayret pek yoktu. Zaman içinde arşivden istifade ile nasıl olsa yayın yaparım diye düşünürken, ansızın ayrılıp yeni bir yerde sıfırdan başlama durumu beni bayağı endişeye sevk etti. Çarçabuk arşivden birkaç yayın malzemesi ve YÖK, Hacettepe Üniversitesi kütüphanelerinden de bir miktar literatür tedarik ettim. Zira o zamanlar internet daha yeni olduğu ve içeriği çok zengin olmadığı için yayın yapılması düşünülen bir konuda tıbbi literatüre erişmek ve edinmek büyük sorundu. Yardımcı doçentlik başvurumda tezimden başka sadece birkaç yayın ve kongre bildirim vardı. (5)
Bir fakültede yardımcı doçent iseniz elbette ana hedefiniz doçent olmaktır. Bunun için de ilk hedefiniz yabancı dil sınavını vermektir. Van Tıp’ta herkesin ve özellikle aynı servisi, odayı paylaştığım meslektaşlarımın harıl harıl dil sınavına hazırlandığını görünce, daha sonra girerim nasıl olsa diye düşündüğüm sınava, onlardan aldığım ilham ve motivasyonla kısa bir sürede hazırlanıp girdim ve rahatlıkla geçtim.
İkinci hedef olan ‘bilimsel çalışma ve yayın dosyası’nı hazırlamak için de her türlü toplantı, kongre ve kursa katıldım, hatta yıllık iznimi kullanarak iki ay kadar o yıllarda Göğüs Cerrahisi merkezleri arasında en önde gelen Ankara Tıp’ta bilgi, görgü ve tecrübemi arttırmak için bulundum.
Klinik vaka arşivi yavaş yavaş oluşurken bildiri ve yayın yapmak için bulabildiğim her fırsatı değerlendirdim, tabir-i caizse sinekten yağ çıkardım. Sonunda iyi kötü, ele güne karşı çıkarabileceğim bir dosya hazırladım. YÖK’ün doçentlik sınavına başvuru kriterlerini de sağladım ve uzmanlığımın beşinci yılında ilk başvurumu yaptım.
İlk başvuruda beş kişilik jüride, ilk yedekteki hoca da girince aynı üniversiteden üç kişi olmuş oldu, eser inceleme yani dosya aşamasında oy birliği ile kaldım. Elbette dosyamda önemli ve ciddi eksikler vardı. Üstelik bir yıl önce üniversitelerde başörtü yasağına karşı düzenlenen “inanca saygı, düşünceye özgürlük için el ele eylemi”nin Van kısmında dekanımız ve bazı öğretim üyesi meslektaşlarımızın katılımı sonrası ülke genelinde zaten bilinen adımız sanımız iyice duyulmuş, namımız yürümüştü. Bu hadise sonrası üniversite/fakülte içinden birileri artık nereden buldu ise! o yıl doçentlik sınavına başvuran bütün öğretim üyelerinin jüri üyelerinin tamamına adayların bırakılması için aslı astarı olmayan itham ve iftiralar içeren ihbar mektupları gönderilmiş ve o yıl hiç kimse dosyadan dahi geçememişti. Öyle ki bir arkadaşımızın ibretlik bir doçentlik dosya raporunu ısrarım üzerine bizzat görmüştüm. Jüri üyesi dosya hakkında olumlu bir rapor kaleme almış, fakat pratik ve sözlü sınav öncesi yapılan toplantıda sonuç kısmını silgiyle silmiş ve yerine olumsuz kanaat belirtmişti. Bilimsel değil ideolojik bakış açısı baskın çıkmış, akademik ahlâk ve haysiyet ayaklar altına alınmıştı. Benim için ise, böyle bir mektuba bile gerek yoktu. Zira adım-eşkâlim belli idi. (6) Jüri üyelerinin üçü benden önce biri tarafından ziyaret edilip bilgilendiriliyordu. Bu biri doçent olamadığı gibi yıllar sonra jüri üyesi olduğum ‘sağlık bakanlığı şef, şef yardımcısı ve başasistanlık sınavı’na başasistanlık için başvuran adaylar arasında karşıma gelecekti. ‘Etme bulma dünyası’ mı desem, ‘beşer zulmeder, kader (Allah’ın takdiri) adalet eder’ mi desem, bilemedim, siz karar verin.
Dosyadaki eksiklerimi olabildiğince gidermeye çalışıp bir yıl sonra tekrar başvurdum (o yıllarda doçentlik sınavına yılda iki defa başvuru yapılabiliyordu, şimdilerde üçe çıkarıldı bildiğim kadarıyla). Bir başvuru dönemi değil de bir yıl daha ara verip iki yıl sonra başvuru yapmalıydım belki ama fakültede birçok kişinin doçent olması, iki binli yıllara doçent olarak girme isteği ve belki de bir şans daha diye mi düşündüm bilmiyorum, başvurdum gitti. Bilenler bilir, doçent adayları bilimsel toplantı ve kongreler sırasında soru sorarak, yaptıklarını anlatarak ya da başka şekillerde muhtemel jüri adaylarına ‘görücüye çıkmış genç kız misali’ kendilerini göstertmeye, göze girmeye çalışırlar. Bir kongre sırasında bu hocalardan birinden konuyla ilgili bir anekdot dinlemiştim. Kongre sırasında öğle yemeği vakti herkes açık büfeden bir şeyler alırken, işte bu adaylardan biri hocalardan birine diyor ki; “hocam tabağınızı doldurma şerefini bana verebilir misiniz?”. Hadi çanta taşıma ya da hocaların bulunduğu masada anlatılan fıkralar, espriler komik olmasa dahi gülmeler bir yana, bu hareket bunu anlatan hoca tarafından bile işin suyunu çıkarmak olarak değerlendirilip yadırganmıştı.
İkinci başvuruda jüri üyelerinden bir hocaya başvurudan çok önce hazırladığım bir makaleyi görüş ve tavsiyelerini almak için göndermiştim. Sonrasında bir şeyler ters gitti, üstüne üstlük kongrede demin belirttiğim sebebin de etkisiyle doçent adayı olarak masumane bir iki soru sordum. Kongre sonrası bazı arkadaşlardan öğrendim ki, hoca herkesin içinde “ukala, kalkmış bir de bana soru soruyor, onu dosyadan çaktıracağım” demiş. Çok canım sıkıldı, ağrıma gitti. Dosya aşamasında bırakacaksa bile bunu herkesin içinde açıklaması hiç de şık değildi. Ankara’ya döndüğümde aklımdan deli deli şeyler geçiyordu. Dosya sonucunu açıklamak için çağrıldığımda olup bitenden rahatsızlığımı ifade edip salondan çıkıp bu ıstıraba bir son vereyim, doçentlik dosyasını kapatayım diye düşünüyordum. Fakat sınavdan önceki gün, uzunca bir yürüyüş ve tefekkürden sonra sakinleştim ve vazgeçtim. Mukadder olan dosya sonucunu beyanını dinlemek üzere jüri odasına çağrıldığımda üzerimde bir sükûnet vardı, teşekkür edip sessiz sedasız ayrıldım.
İşte tam da bu sıralarda yani üniversiteden ve doçent olmaktan ümidimi kesmiş bir halet-i ruhiye içinde iken, tesadüfen sağlık bakanlığının şef ve şef muavinliği kadrosu ilanından haberim oldu. Belki bir umut, bir çıkış diye biraz da gönülsüz başvurdum. Ankara Sanatoryum’da bir şef ve iki şef muavinliği kadrosu ilan edilmişti. Şef muavini kadrolarından birinin talibi belli iken diğeri belirsizdi. Sanatoryum’daki bütün şef ve şef muavinleri ile konuşup rızalarını aldım. Sınav jürisinde üçü klinik şefi, ikisi de üniversitede profesör olmak üzere beş kişi vardı. Bu sefer yine dosya aşamasında ama bu sefer oy çokluğu ile kaldım. Profesörler olumlu olduğu halde şefler olumsuz rapor vermişti. Olumsuz rapor veren klinik şeflerden biri ile yıllar sonra Süreyyapaşa’ya klinik şefi olarak atandığımda karşılaştım. Beni tanımıyordu, merakım ve sorum üzerine de dosyaya neden olumsuz verdiğini anlattı. Ben de ‘hocam sağlık olsun, hepsi mazide kaldı, bari şu rafınızdaki başvuru dosyamı verin, belki ileride profesörlük için lazım olur” diye hafiften bir espri dahi yaptım.
Sanatoryumdaki şeflerden biri ile sınav jürisindeki bir hocaya gittik. Konuşma esnasında “hocam, doçentlik başvuru dosyama olumsuz rapor vermişken, aynı dosya ile şef muavinliği için başvurduğumda olumlu rapor verdiniz. Farklı rapor vermenizin nedenini öğrenebilir miyim?” dedim. “Haklısın aynı dosya fakat şef muavinliği için yeterli hatta fazla iken, doçentlik için henüz yeterli değil” diye cevap verdi. Konuşma sırasında şayet doçentlik için üçüncü başvuruyu yapmak istersem, en az bir yıl ara vermem konusunda da uyardı.
‘Bir şeyin, bir kişi için olması mı yoksa olmaması mı daha hayırlıdır’ sorusu zor bir sorudur ve cevabın zaman içinde ortaya çıkması muhtemeldir. Ben de ancak yıllar sonra şef muavinliği sınavında, dosya aşamasında kalmamın benim için hayırlı ve lehime olduğunu anladım. Ve kaderin yine garip bir cilvesi olsa gerek, o sınavda şef muavini olan kişi, yıllar sonra doçentlik için başvuru yaptığında jüri üyelerinden biri de bendim.
Hocanın tenbihine uydum ve ertesi yıl sınava başvurmadım. Kendi imkânlarımla ve yıllık iznimi kullanarak bir ay yurt dışı bir merkezde bilgi, görgü ve tecrübemi arttırmak için gittim (Fransa Strasbourg Üniversitesi Tıp Fakültesi). Üçüncü başvuru öncesi deneysel ve prospektif çalışma dahil bütün eksikleri tamamlayıp dosyamı ikmâl ettim.
‘Yiğidin hakkı üçtür’ derler. Üçüncü başvuruda jüri üyeleri belli olunca nedense içimde belli belirsiz bir ümit belirdi. Bu arada sınavda pratik bölümü kaldırılmış ve ayrıca dosya için toplanıp karar verme aşaması, jüri üyelerinin sözlü sınav öncesinde dosya raporlarını tek tek hazırlayıp YÖK’e gönderilmesi şeklinde değiştirilmişti. Bu karar da sınava giren adayın lehinde idi, zira olumlu rapor yazanlar bile dosya aşaması için toplandıklarında standart dosya analizi yapıp son kararlarını orada veriyorlar, sonuç kısmını orada yazıyorlar yani baskın görüş lehine değiştirebiliyorlardı. Hatta bu yüzden iki sonuca da uygun bir rapor yazıp dosya aşaması toplantısına giden hocalar olduğunu dâhi duymuştum. Son değişiklik ile bütün jüri üyeleri herhangi bir etki ve baskı altında kalmadan özgür biçimde dosya raporlarını yazabiliyorlardı.
Son başvuruda jüri üyelerinin her biri ayrı bir üniversiteden olup, dördü kalp damar cerrahisi ağırlıklı çalışan hoca idi. İki hocanın ismini dahi duymamıştım. Diğer iki hocanın da birini dosya aşamasında gıyaben, diğerini ise bir kongrede görüp bir hoca vesilesi ile tanışmıştım. Göğüs cerrahisi alanındaki hocaya gelince, o beni, ben de kendisini çok iyi tanıyor ve biliyorduk?!. (7)
Kalp damar ağırlıklı olup göğüs cerrahisi alanıyla ilgileri olsa da dört jüri üyesi, ne göğüs cerrahisi camiasını iyi tanıyorlar ne de herhangi bir beklenti, hesap ve kaygıları vardı. Tahminimde yanılmadım. Dosya aşamasından bir hoca hariç olumlu rapor alarak geçtim. Başvuru dosyaları için her seferinde onca masraf, onca emek yanında bir de her başvuru öncesi elimde ne kadar tez, kitap varsa mükerrer kez okumuştum, öyle ki kitaplar dağılmış, parçalanmıştı. Sözlü sınavlarla ilgili sorular ve hocaların yaklaşımı ile ilgili çokça rivayet, dedikodu, menkıbe işitmiştim. Fakat yine de içim rahat değildi, ihtisasa başladığımda başasistan olup halihazırda profesör olan bir ağabeyimden hem önyargıların önünü almak hem de sözlü sınavda destek olsunlar, en azından aleyhte olmasınlar diye tanıdığı iki hocayı aramasını ısrarla ve hassaten rica ettim. Sağ olsun beni kırmadı.
Derken sınav günü geldi, çattı. Yıllar önce mezun olduğum fakülteye aradan geçen 15 yıl sonra bu sefer doçent adayı olarak üçüncü kez ve yeniden girdim. Ev sahibi olması hasebiyle jüri başkanı olan hocanın odasına girdim. Hepsi cübbelerini giymiş, sohbet ediyorlardı.
Sınav başladı. İlk soruyu jüri başkanı sordu. Bronşektazide o yıllarda yapılan bronkografide nadir görülebilen bir radyolojik arazı sordu. Çok canım sıkıldı, zira konu hakkında çok şey okumama rağmen böyle bir belirti bilmiyordum. Hiç duymadığımı söyledim. ‘Peki yavrum’ deyip diğer hocalara ‘buyurun’ dedi. Diğer hocaların sorularına cevap vermeye başlayınca moralim biraz düzeldi. İkinci turda hoca ‘yelken göğüs fizyopatolojisi’ni anlatmamı istedi. Anlattım anlatmasına da ben anlattıkça hoca ‘daha daha’ diyor ve hocanın ne söylememi istediğini bir türlü anlamıyordum. Sonunda hoca diğer jüri üyelerine döndü ve “aday hiçbir sorumu bilemedi, benim açımdan yetersiz, başka soru sormaya gerek görmüyorum, siz isterseniz sorabilirsiniz” dedi. Moralim resmen çökmüştü. Sınav öncesi böyle bir tavrı bekliyordum, hazırlıklıydım ama olmadı. Diğer jüri üyelerinin sorularına o ruh hali ile dilimin döndüğü kadar cevap vermeye çalıştım. Ama içimden “varsın olsun, kalsam bile en azından dosya aşamasını geçtim, nasıl olsa iki hakkım daha var. İnşallah onlarda daha iyi hazırlanırım” diye kendimi teselli ediyordum.
Sınav bitip de ‘çıkabilirsin’ dediklerinde savaşı kaybetmiş asker misali çıkıp sekreterin odasında enişte ile beklemeye başladım. Geçen iki dosya aşamasında olduğu gibi çağırıp sınavda kaldığımın deklare edilmesi sürpriz olmayacaktı. Fakat onca zaman geçmesine rağmen bir türlü çağırılmadım. Bu durum beni hem şaşırttı hem de ne yalan söyleyeyim az da olsa umutlandırdı. Nice zaman sonra çağırıldım.
Odaya girdiğimde bütün hocalar ayakta idi. Jüri başkanı olan hoca, “sınavda iyi bir performans sergilemedin, eksiklerin var biliyorsun” dediğinde menfi bir sonuç açıklaması bekledim. “Haklısınız hocam, farkındayım” dedim. Akabinde hoca “fakat buna rağmen” deyince beni bir sevinç kapladı. “Jüri üyeleri senin Doğu’da, yeni kurulan bir fakültede, onca olumsuzluğa rağmen olağanüstü çalışma ve çabanı takdir etti. Doçent olmana karar verdi. Fakat bilesin ki oybirliği ile değil oy çokluğu ile”. Ben de teşekkür ettim, çıkmaya yeltendim. Hoca “aramıza katıldın artık, şimdi akademik geleneklere göre sana cübbe giydirmemiz gerekiyor, fakat hazırda cübbe yok” deyince jüri üyelerinden biri cübbesini çıkarıp verdi. Jüri başkanı hoca, eliyle cübbeyi giydirdi ve devamla “şimdi dışarı çık ve biraz ortalıkta dolaş, herkes doçent olduğunu görsün” dedi. Tam çıkacakken cübbesini veren hoca arkamdan bağırdı. “Sakın cübbemi alıp gitme”.
Sınav bittiğinde hocalar birlikte öğle yemeğine gittiler. Kendilerini yemeğe götürme teklifime teşekkür edip vakitlerinin müsait olmadığını söylediler. Hocalardan birini eniştenin arabası ile havaalanına bırakırken yolda hoca söz arasında dedi ki; “Jüri başkanı hocanız, senin sınavın bittiğinde bizlere dönüp ‘adayı bırakıyoruz değil mi’ dedi. Ben de “bu sizin kanaatiniz. Siz bir jüri üyesi iseniz, biz de aynı şekilde birer jüri üyesiyiz. Sizin başkan olmanız bir şeyi değiştirmez. Ben adayın verdiği cevapları yeterli buldum, olumluyum” deyince diğer iki üye de ‘bizim açımızdan da yeterli sayılır’ dediler. Hocan, bu ikisine bayağı yüklendi, ben de müdahale etmek zorunda kaldım. Onlar karar değiştirmeyince kalan hoca da ‘ben çoğunluğa uyarım’ dedi. O yüzden içeride tartışma uzadı. Aynı kişi sana çok kötü davrandı ama kendi anabilim dalından ihtisas alan sonraki adaya çok iyi davrandı, elinden gelen desteği verdi. Bu nahoş ve haksız yaklaşım beni çok rahatsız etti. Ben de onun adayına biraz yüklendim. Jüri başkanı hocan senden hiç hoşlanmıyor, hatta nefret ediyor. Hocaya bir şey mi yaptın ya da hocayla aranızda tatsız bir şey mi geçti?”. Nasıl diyebilirdim ki sebep şahsi değil dünya görüşü farklılığı ve sanatoryum-üniversite anlaşmazlığı diye. Hoca göğüs cerrahisi camiası dışında olduğu için bilemezdi ki. Ben de sadece “hocam, benim bugüne kadar hoca(ları)ma karşı en küçük bir saygısızlığım olmadı, bilmiyorum, belki de aslı astarı olmayan iftira ve dedikodular yüzündendir” dedim.
Hocayı bilemem ama ben o gece sevinçten uyuyamadım. Üniversiteden bir ara ayrılmayı düşünsem bile azim ve sabır ile tam dokuz yıl sonra amacıma ulaşmıştım. Allah’ın kudretine, yardımına bir kere daha yakinen şahit olmuştum. O, bir şeyin olmasını diledi miydi, bütün insanlar bir araya gelse dahi ona mani olamazdı. O dilerse, bir şeyi, o kişi istemese, engel olmaya çalışsa dahi onun eliyle yaptırtabilirdi. Hoca, öncekiler gibi bu sefer de engel olabileceğini hesaplamıştı ve o yüzden cübbe bile hazır edilmemişti. Fakat ‘evdeki hesap, çarşıya uymamış’, ‘yanlış hesap, İzmir’den dönmüş’, Allah ‘(ben) bittim dediğim yerde, yettim’ demiş ve ‘bütün hesapları alt üst etmişti’.
O akşam, birini aradım. Bu kişi öğrencilik yıllarımızda aynı fakülteden mezun olup göğüs cerrahisi kliniğinde asistan olmak için yazılı sınava girip birinci olan ve sözlü sınavda kasıtlı sorularla tahkir ve tezyif edilerek çaktırılmış bir ağabeyimiz idi. Zira O yıllarda asistan alımını her üniversite kendi yapıyordu. Merkezi tıpta uzmanlık sınavı, bizim mezun olduğumuz yıl yapılmaya başlanmıştı. O ise pes etmemiş, uğraşıp didinmiş, başka bir branşta başka bir üniversitede doçent olmuş idi. “Ağabey” dedim. “İçin rahat olsun, bir zamanlar asistan olmak için başvurup ti’ye alındığın ve geri çevrildiğin yerde, asistan olmak bir yana, Allah’ın lütfu ve inayetiyle yıllar sonra aynı yerde ben doçentlik cübbesini giydim. Allah’ın adaletinin ahirete bile kalmadan bu dünyada da tecelli ettiğinin haber ve müjdesini bizzat vermek istedim”. Sevindi, teşekkür ve tebrik etti, iyi dileklerini bildirdi.
Van’a dönünce sevincimi herkesle paylaştım; davet ve ikramlarla hemen herkesi sevindirdim. Şükrümü eda etmek için elimden geldiğince, gücüm yettiğince bir şeyler yaptım. Hatta Van’da kendi olanaklarımla bir bilimsel toplantı tertip edip ihtisas süresince ve sonrasında bana çok şey katmış, destek vermiş olan iki ağabeyimi, iki şefimi davet edip onlara iki gün boyunca Van’ı, Doğubeyazıt hatta Iğdır’ı gezdirip ağırladım.
Doçentlik serüvenim boyunca başta sınav sistemi olmak üzere bazı şeyler değişti. Devam eden zaman zarfında da bir şeyler değişti. Doçentlik sınavlarında zaman zaman jüri üyesi olarak görev yapan biri olarak bu vesileyle bazı düşüncelerimi ifade edip bu bahsi kapatmak istiyorum. Pratik sınavın kalkması, jüri raporlarının üyelere bırakılması ve doçentlik dosya kriterlerinin belirli olması doğru ve yerinde bir karardı. Fakat aynı şeyi sözlü sınavın kalkması konusunda maalesef söyleyemiyorum. Hem de bunu doçentlik yolunda (ve birçok konuda) çile çekmiş, gadre uğramış biri olarak söylüyorum. (8)
Bugün artık akademik ve bilimsel bakış açısı daha bir yerleşip yaygınlaşmış, sınav jürisine giren kadro artmış, çeşitlenip zenginleşmiştir. Bir zamanlar doçentlik sınavına giren birçok adayın başına gelen ve hâlâ hikâyeleri dillerde dolaşan, bu yazıda anlatmaya çalıştığım ideolojik bakışın hâkim olduğu yıllardaki dar alanda (kadroda) kısa paslaşmalar, hesaplar o günlere nispetle yok denecek kadar azaldı. Sözlü sınav olduğu takdirde sınava giren aday, uzmanlık sınavına girerken yaptığı hazırlığı doçentlik sınavı öncesi en üst düzeyde yapıyor, teorik bilgi alt yapısını güçlendiriyor, eksiklerini tamamlıyordu. Hem de camiadaki hocaların elinden cübbesini giymek şerefine nâil oluyor, birlikte bir hatıra fotoğrafı çektirilip camiaya duyuruluyordu. Şimdilerde bütün bunlardan mahrum kalındığı gibi, doçent olanları bile tesadüfen mail gruplarından öğreniyoruz. Bütün bu gerekçelerle doçentlikte sözlü sınavın vakit kaybetmeden yeniden uygulamaya konulması doğru ve yerinde olur kanaatindeyim. Son bir önerim de nasıl profesörlük kadrosuna başvurabilmek için doçent olduktan sonra en az beş yıl geçmesi gerekli ise aynı şekilde doçentlik sınavına başvurabilmek için de uzman olduktan sonra en az beş yıl bilfiil çalışmak şartı getirilmesidir.
Başlıkta da dedim ya, o yıllarda doçentlik sonu bilinmedik maceralı bir yolculuk, yol da taşlı topraklı ve engebeli idi. Yolda virajlar, uçurumlar, zorluklar ve tehlikeler sizi bulabilir, hatta yoldan geri dönmek zorunda kalabilir, bitiş çizgisine varamayabilirdiniz. Bu yola giren herkesin benzer ya da farklı bir hikâyesi elbette vardır. Ben sadece dilimin döndüğü kadar kendiminkini anlatmaya çalıştım.
Sürçülisan ettiysek affola.
Bu yola çıkanlardan iseniz, dilerim ayağınıza taş değmesin, yolunuz açık olsun.
KAYNAKLAR
- https://www.akademikakil.com/patron-kim/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/doktorun-doktora-yaptigini/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/bahattin/irfanyalcinkaya/
- https://www.hurriyet.com.tr/gundem/yyu-tip-fakultesinden-8-ogretim-uyesi-istifa-etti-3549001
- https://www.akademikakil.com/besibiryerde/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/fislenmisim-adim-eskalim-bilinmekte/irfanyalcinkaya/
- https://www.akademikakil.com/bir-vaka-munasebetsizligiyle/irfanyalcinkaya/
- https://yenipencere.com/yazilar/bir-14-mart-yazisi-tababet-sanatinin-tarzi-icrasinin-tadi-tuzu-kaldi-mi-prof-dr-irfan-yalcinkaya/
5 yorum
İrfan hocam Allah razı olsun sizden. Beni meşakkatli fakat mutlu olduğumuz yıllara götürdünüz. Sizin yaşamış olduğunuz kadar olmasa da benzer şeyleri ben de yaşamıştım. Hamd olsun Rabbimize bugünlere ulaştık. Muhakkak ki her zorluğun ardında bir kolaylık vardır muştusunu yaşıyoruz.
İrfan bey bundan 15 yıl önce profesör sayımız 7000 iken şimdi 27.000. Sizinde görev yaptığınız Van gibi perifer kentlere üniversite açıldı, ardından özellikle büyük şehirlerde özel hastaneden dönme vakıf üniversiteleri açıldı, ardından Sağlık Bakanlığı eğitim hastaneleri Sağlık Bilimleri Üniversitesine bağlandı. Eğitim hastanelerinde şu an doçent olmayanı dövüyorlar. O hale geldi resmen. Selman Öğüt gibi çok değerli şahsiyetler! sözlü sınavdan arka arkaya çakınca sözlü de kaldırıldı biliyorsunuz. Kapitalist sistemde az olan şey kıymetlidir, çok olan kıymetini yitirir. Her mesleğin bu hale getirildiği ülkemizde öğretim üyeliği de bundan nasibini aldı. Tıp öğretim üyeleri neyse de tıp dışı öğretim üyelerini televizyonlarda görünce gerçekten çok şaşırıyorum. Bizim sitenin güvenlik görevlisi yapmayacağım adam profesör! Adam konuşmayı bilmiyor. Ülkemizde özgün yayını olan öğretim üyesi çok çok az. Yayınlar daha önce zaten yapılmış çalışmalardan oluyor. Öğretim üyesi aynı zamanda bilim insanı demektir ama maalesef ülkemizde üniversite öğretim üyeleri üniversite öğretmenidir. Aklıma bilim insanı deyince Bilkent Elektrik Elektronik bölümü öğretim üyesi Erdal Arıkan geliyor. 5 G kutupsal kodlamayı buldu. Bilim insanı bana göre budur. Yeni bir şey bulan araştıran kişi bilim insanıdır. Adamı araştırdım 1976 üniversite sınavında ikinciye fark atarak Türkiye birincisi olmuş. Caltec, MİT de çalışmış. Sonra da Türkiye ‘ye dönmüş. Ülkemizin kurtuluşu katma değerli ürünleri üretmekten geçiyor, bunu da bilimle yapacağız, yukarıda anlattığınız sistemle hiç bir şey olmaz. Sevgiler, saygılar.
kamil bey, çok değerli katkınız için teşekkürler, görüşlerinize büyük ölçüde katılıyorum, bununla birlikte birkaç hususu da eklememe izin verin lütfen, sizin verdiğiniz profesör sayısı dikkate alınırsa son 15 yılda %400’lük bir artış söz konusu ve bu durum hiç de sağlıklı ve hayra alamet değil, bu da herhalde gerek devlet ve gerekse vakıf olsun her ile en az bir, hatta ilçelere bile üniversite açılmasının doğal bir sonucu olsa gerek. fakat şunu da unutmayın anılarımda fark edilebileceği üzere gerek öğrencilik gerekse de üniversitede bulunduğum yıllarda da bu ülkenin üniversitelerinde bilimsel çalışma, proje, üretim öyle iddia edildiği gibi aman aman bir seviyede değildi, doğru dürüst türkçe kaynaklar bile yoktu, öğretim üyelerinin ezici çoğunluğunun yurt dışında esameleri bile okunmuyordu, içe kapalı ve dünya ile rekabeti gündemine bile almayan bir yapı var idi, üniversite kadroları ve yönetimlerinin büyük çoğunluğu ideolojik ve masonik bir zihniyetin kontrolünde idi, bugün şikayet edilen çoğu sorunlar az veya çok o zamanda vardı. gelelim bu günlere, endişe ve eleştirilerinize hak vermemek elde değil, bazı olumlu ve yapıcı yönde değişiklikler olduğu gibi özellikle son yıllarda anlaşılması ve izahı zor şeyler de olmaktadır, zaten bu anımı yazmaktaki amacım dünden bugüne olanları kendi bakış açımla ortaya koyup bir resim çizmekti. son bölümde kısa da olsa olumlu yöndeki değişiklikleri belirtip birkaç önerimi de belirttim. elbette aslolan kalitedir ve dünya bilimsel ve akademik çevrelerinde ses getirecek, orjinal çalışmalara imza atabilmektir. doktora tezlerinin, doçentlik ve profesörlük dosyalarının çoğunda ülke ve dünya literatürüne katkı yapacak yayın ve çalışma sayısı çok azdır. büyük çoğunluğu yapılmış çalışmaların ve yayınların tekrarından ibarettir. daha da üzücü olanı para ile yayın kabul eden dergilerin varlığıdır ki, sonunda konuya el atma ihtiyacı hissedilmiştir. sözlerimi son bir tespit ile bitirmek isterim. son yıllarda bazen bizzat gözlemlediğim, bazen de kulağıma gelen daha vahim ve tuhaf bir tabloya dikkat çekmek istiyorum. camiasında tanınmamış, adı sanı duyulmamış, kliniğe nice zamandır adım atmamış, doğru dürüst hasta bakıp ameliyata girmemiş, asistan ya da öğrenciye ders bile anlatmamış, yayın dosyası birtakım adı sanı duyulmadık dergilerdeki (para ile yayın yapan dergiler konusuna değinmiştim) yayınlarla, eklenilen isimlerle hazırlanmış kişilerin doçent olduklarına, hatta profesör olarak atandıklarına dair rivayetlerin, söylentilerin doğruluğuna inanmak dahi istemiyorum. doçent ve profesör sayısının artması elbette gerekli ve sevindiricidir fakat nitelikli olmak ve kaliteyi korumak hatta yükseltmek koşuluyla. aksi durum, sağlık bakanlığının eğitim hastanelerindeki kliniklerdeki uygulamasına benzer eğitim ve idari sorumlu misali çift başlı bir görünüme benzer. akademik doçent, idari doçent, akademik profesör, idari profesör olmak üzere ayrı ayrı doçent ve profesörlükleri akla getirir ki, bu da akademik ve bilimsel açıdan menfi bir duruma, bir açmaz ve çıkmaza işaret eder. tıp fakültelerinde ve eğitim kliniklerinde akademik hiyerarşiye itibar edilmemesi, kural ve teamüllerin göz ardı edilmesi gibi şeyler de cabası. söylenecek çok söz var ama şimdilik bu kadar ile iktifa edelim. velhasıl çözüm imkansız değil ama çok zor ve çok uzakta.
Bu anının ve bu sitede yayınlanmış diğer anıların gözden geçirilmiş son hallerinin ve ayrıca yayınlanmamış birçok anının yer aldığı ve bir yılı aşkın süredir üzerinde çalıştığım kitabım “BENİM YOLUM / Tababet San’atının İcrası İle Geçen 33 Yıl”, 08.12.2021 tarihinde okuyucu ile buluştu. Kitap 378 sayfa olup Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık (KDY) yoluyla yayınlandı ve kitapyurdu sitesinde satışa sunuldu. Kitabı incelemek ve edinmek isteyenler için internet adresi; https://www.kitapyurdu.com/kitap/benim-yolum/602498.html
“BENİM YOLUM – Tababet San’atının İcrası İle Geçen 35 Yıl” KİTABIMIN “GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ VE İLAVELİ 2. BASKI”SI ÇIKTI.
İKİNCİ BASKIYA ÖN SÖZ’Ü OKUMAK İÇİN;
https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2023/09/benim-yolum-tababet-sanatnn-icras-ile.html