Bayram tatili, kuzu göbeği toplama zamanı ve işte köyümdeyim! Köyceğizim, dağın bağrında orman içine saklanmış yüz hanelik, bir orman köyüdür. Dağımızı, ormanımızı, asıl sahipleri olan yaban hayvanlarımızı sevme ve koruma geleneğimiz atalarımızdan bize yadigardır. Her sabah günün kapısı aralanırken çoluk çocuk hepimiz, doğanın bize bahşettiği nimetleri zamanı gelince bize veren dağımıza yüzümüzü döndürerek içimizden kimsenin duymayacağı şekilde dua eder, şükrederiz…
Toprak ananın coştuğu bahar ayı, altın değerinde olan kuzu göbeği ve salep toplama zamanıdır. Bazen sınav haftasına rastlayan bu anı, kaçırmadığıma için için seviniyorum. Gidemediğim zamanlarda köyümdeki akranlarımı arar, gelecek sene de aynı verimde toplanabilmesi için “Aman göbeği köklemeyin! Aman salep ana yumrusuna dokunmayın!” diye sıkı sıkı tembihlerim. Köylüm beni dinler. Ne de olsa orman fakültesinde okuyorum… Kuzu göbeği ocaklarını bilen, eliyle koymuş gibi bulan nenemi, bu sefer götürmek istemiyordum. Nenem eski nenem değil. Gözleri iyice bozulmuş, asasına yaslanarak ağır aksak yürüyor. Sanki ne düşündüğümü anlamış gibi “Ben, çocukluğumdan beri her bahar kuzu göbeği toplarım. Sizin fellik fellik aradığınızı, oflaya puflaya çıktığınız yerleri gözü kapalı bulurum,” dedi. Çakır gözlerini çevreleyen beyaz başörtüsüyle kulağına iliştirilmiş fesleğeni ile bana ışıl ışıl bakan neneme, ‘hayır’ diyemedim. O, bizim nenemiz ise ormandaki canlıların da anasıydı…
Ormancı olan rahmetli dedem, yangın gözetleme kulesinden uçsuz bucaksız uzanan yeşil denizi, elinde dürbünü ile her yönden gözetlerken bana da ormanı nasıl dinlediğini öğretmişti. Gözlerimi kapatıp ormana kulak kabarttım. Sarı çam öbeklerini ırgalayan rüzgar, dalları dillendirmiş ’Fatma anamızın eli bize değmeli, bizi okşamalı,’ diyordu ya da bana öyle geldi. Ona sıkıca sarıldım, enerjimi ona aktarıp yaşlılığın sinsice alıp götürdüğü takatini geri getirmek istercesine. “Ormandaki her fidanla, karıncasından yılanına, köstebeğinden ayısına her yabanla fısır fısır konuşan canım nenem! Sensiz hiç olur mu?..” Mantar toplama grubunun rehberi nenemin hemen arkasından, düşerse diye tetikte, tırmanıyorum, dağımıza. Gün ağarmış, Çatal Dağ’ın arasından gülümseyen güneş, ormanı zümrütten altına dönüştürmüştü. Güle oynaya, türküleri çığıra çığıra, bulduğumuz her kuzu göbeği ile- yavrusunu seven bir ana gibi konuşa konuşa topladık,topladık,topladık…
Gün batımına doğru sepetler dolmuş, dönme zamanı gelip çatmıştı. Çatal Dağ’ın yamacından aşağı yollanırken Fethiye ve Göcek açıklarından mavi atlas üzerinde kaplan gözü gibi kızıldan mora ışıldayan adaları seyrede, seyrede indik. Bu güzelliklerin hazzını bedava yaşatan köyüme, ormanıma, dağıma ve burayı yurt belleyen atalarıma huşu içinde teşekkür ettim. Ruhu yoran gürültü ve kirlilik içinde yaşamak zorunda kalan, üstelik bu yaşamı vazgeçilmez bulan şehirliler aklıma gelince, ne kadar şanslı olduğumu bir kere daha anladım… Köyümde hemen hemen her evde okuyan bir genç var. Köylüm orman ürünlerinin ve toprağın değerini atalarından sınama yanılma yoluyla öğrenmiştir. Ta ki çocukları ziraat ve orman fakültelerinde okumağa başlayıncaya kadar. Bu okullarda okuyan gençler olarak -ki onlardan biri ve tek kız olarak ben- tatillerde köye gelir gelmez ilk işimiz; ormanı yangından koruma, ağaçları gençleştirme ve orman ürünlerinde bereketi arttırma yollarını köylüye bir bir anlatmak olur.
Orman ürünleri köyün ortak malı gibi kabul edilir ve muhtar aracılığı ile çocuklara eğitim desteği için harcanır… Komşu köyün dağında, böğrüne oyulmuş gibi duran, bir maden ocağı var. Başlangıçta köylüler maden ocağı demek; iş demek, cepte para demek diye pek sevinmiş, heyecanlanmışlar. Ormanın, tarlaların, derelerin, börtü böceğin neşesinin giderek söndüğünü görünce de homurdanmaya başlamışlar, ama iş işten geçtikten sonra. Zira madencinin elinde bir asırlık bir sözleşme varmış… Göcek, Fethiye bu yörelerin madencisi, dedemin dedesinin zamanından beri Hasyerler’dir. Nenem ne zaman bu adın bahsi geçse öfkesi kabarır. “Ocağı sönesiciler! Dağlarımızı bağırlarından şişleyip, şişleyip yüreklerini söküp çıkarıyorlar ”der, kafasını iki yana sallarken derin bir iç çekişle devam eder; “Ormanın, dağın, börtü böceğin ahı onların üzerinde. Ne demişler; alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.” O ahın canlara mal olacağı aklına gelince de ellerini göğe kaldırır – bizim de duymamızı istediği için olsa gerek- yüksek sesle; “Allahım! Köylümü, kızanlarımızı kızlarımızı şaşırtma!” diye, dua eder… Babamın öykünmesine göre komşu köyün insanları eskiden beri paragözmüş. Büyük dedem zamanında komşu köyün ormanı yanıp kül olunca devlet, köyün kız, kızan bütün gençlerini orman dikim işçisi olarak tutmuş. O güne kadar hayvanın etinden, sütünden, toprağın ekininden ve bostanından başka geliri olmayan köylüler, elleri para görünce ormanın geri kalanını da tutuşturuvermişler. Onlar yakmış, devlet onlara diktirmiş. Onlar yakmış, devlet diktirmiş. Ta ki devlet baba uyanıp ‘yakan diksin!’ deyinceye kadar…
Düğün, bayram toplaşmalarında çocukluğumdan beri duyduğum ve büyüklerin vazgeçilmez konuşmalarından biri, Hasyerler’in gözünün bizim ormanımızda, Çatal Dağı’mızda olduğudur. Hatta o yıllarda muhtarın zıpır oğluna ‘Babanı ikna et, sana Java motosiklet alalım’ diyerek az daha muhtarı kandırıyorlarmış. Neyse ki köyün ihtiyar heyeti, bu durumu çabuk fark etmiş. Sonunda muhtarı bu ìşten vazgeçirmekle kalmamışlar, onun muhtarlığından da vazgeçmişler…
Bu seneki yaz stajımız, iklim değişikliği ve küresel ısınma sorununa yönelikti. Ormanlık alanların geliştirilmesi ve korunması üzerine olan bu projede görevimiz, riskli alanlardaki orman köylülerini bilinçlendirme ve yangına karşı orman içi koruma alanlarını düzenleme idi. Ege ve Akdeniz bölgesinden olan öğrenciler kendi coğrafyalarında staj yapacaklardı. Dolayısıyla benim staj alanım Muğla yöresiydi… Bu yaz sıcaklık mevsim ortalamalarının çok üzerinde seyrediyordu. Komşumuz Yunanistan yanıyor, bizden yardım istiyor derken Ege ve Akdeniz havzasından irili ufaklı orman yangın haberleri peş peşe gelmeye başladı. Türkiye’nin büyük kentlerinde yaşayanlar rahat koltuklarında, klima önünde, sofrada yüzleri televizyona dönük ah vahla seyrederken yangını, orman köylüsünün canı, ciğeri, yüreği yanıyordu. Ne demişler; ‘ateş düştüğü yeri yakar!..’
Yangın mahaline yakın orman köylüleri arısını, davarını kurtarma telaşı içindeydiler; Erkekler küfrediyor, kadınlar; ‘eli ayağı tutan mahlukat bu kızıl şeytandan kaçabilirse, kaçacak. Ya ekinlerimiz ya ağaçlarımız onları nasıl kurtaracağız?’ diyerek ağlaşıyor. Yaşlılar, birlikte büyüdükleri ağaçların alev alev çatırdayarak yıkılışlarını asaları ile yeri döve döve, yana yakıla gözü yaşlı izliyor. Köyün pehlivan yapılı gençleri, su tankerlerini taşıyan traktörlerin arkasından kürek, kazma ellerinde seğirtirken analarının ceplerine sıkıştırıverdikleri ıslak yemenileri ağız ve burnu kapatacak şekilde yüzlerine sarmaya çalışıyor. Orman işçileri, kasabanın itfaiye erleri ve ormanın evlatları köylüler, tek yürek olmuş itfaiye çavuşunun komutlarına harfiyen uyuyor. Gönüllüler ise yananları, dumandan fenalaşanları karga tulumba uzaklaştırıyorlardı… Kendi kozalaklarının alev toplarına yenik düşen sarı çamın çığlıkları dağlarda yankılanırken ormanın ruhu duman olup göğe çekiliyordu.
Ege’nin ve Akdeniz’in en güzel beldelerinde beliren onlarca yangın, ne gariptir ki, her yazın vazgeçilmez felaketlerindendi. Her akşam telefonla halini hatırını sorduğum nenem “Bu kul işi,kul işi” diyor başka bir şey söylemiyordu. Orman Bölge Müdürlüğü’ndeki fısıltı gazetesi ve sıcak gelişmeleri yakından izleyen bazı gazeteler’ bu yangınlar, terörist işi’ derken çevreciler de ‘bu yangınlar, toprak altı zenginliklerine ya da bakir turistik alanlara göz dikmiş yatırımcıların işi,’ diyorlardı. Bana göre de eğer nenemin dediği gibi bu yangın ‘kul işi’ ise bu kullar, aynı gemide olduğunun bilincinde olmayan, bindiği dalı yakan zavallı paragözler olmalı idi…
Milas yangın mahalinde olan arkadaşıma cep telefonu ile ulaşmaya çalıştım. Üçüncü aramamda öksürükleri arasından tıslayan boğuk sesiyle “Zümrüt! Yangın vadiye hapsolmuş durumda. Biz de yangının ortasında hapsolduk. Ne arazöz ne de ekip yeterli! Havadan müdahale gerekli!” Ses kesildi “Alo, Alooo! Mustafa, Mustafa!” Bağırıyorum, Köyceğiz’den Milas’a, sanki duyacakmış gibi. Yüreğim daraldı…
Köyceğiz’de de yangın söndürme çalışmaları devam ediyordu.Bir grup arıcılık öğrencisiyle birlikteyiz. Bulabildiğimiz arıcı maskelerini ve eldivenleri takmış, çıkan yangına yakın bir bölgede yaklaşık iki yüz kovanın kapağını kapatmaya çalışıyoruz. Kapatılan kovanlar hızla traktörlere yerleştirilip riskli bölgeden uzaklaştırılıyordu. Ben, arılar sokacak, yangın sıçrayacak endişesi yaşarken arkadaşım Mustafa, yangın yerinde ölüm kalım mücadelesi veriyordu. Ona bir yardımım olamazdı, ama burada bize bir damla bal vermek için binlerce çiçeği dolaşan balcı dostlarıma yardım edebilirdim. Kendimi toplayıp derin bir nefes alarak kovanı omuzladığım gibi traktöre yöneldim. Gücüme, yanı başımda “Taşıma işi erkek işi, sen kapakları kapat!” diyen erkek arkadaşım kadar ben de şaştım…
Domuz Adası’nda yaz seherlerinin tadına doyamayan Hasan Hasyerler erkenden kalkmış, spor niyetine yaptığı, rutin dalış hazırlığı ile oyalanıyordu. Bugün önemliydi. Uzun süredir hallolmasını çok istediği bir meselede dananın kuyruğu kopacaktı. ‘Ya başaramazlarsa?’ Gerildi. İyot kokulu seher yeliyle rahatlamaya çalışırken ’seher bülbülleri neden ötmüyor bu sabah?’ diye düşündü…
Bölgenin hava durumu bilgilerini yakından takip eden adamı, “Nem düşük, sıcaklık fazla, rüzgâr şiddetli. Tamamdır!” diyerek köylü kıyafeti içinde gece yarısı Çatal Dağ’ın arka yüzüne ulaşmıştı. Tan yeri ağarmış ormandan yükselen sesler, çıtırtılar, ötüşler güne hazırlık telaşını yansıtıyordu. Ormanın gece buğusu ağaçlar arasında son turunu atıyordu. Burnunun direğini sızlatan, çam kokusu muydu? Ya da biraz sonra kurutacağı yeşil deniz miydi? Bilemedi. Hasyerler’in has adamı olmak öyle kolay değildi; tüm has işler -ki genelde pis işler- dededen toruna aktarılan maharetle, tereyağından kıl çeker gibi yapılması gerekiyordu… Dron içine yanıcı maddeyi ve uzaktan kumandalı çakmağı yerleştirdi. Hem acele etmeli hem de temkinli olmalıydı. ’Orman köylüsü erkencidir. Her an bir avcıya, arıcıya, çobana rastlayabilirim,’ diye düşündü. Dronu uçurarak dağın tepesine yönlendirdi. Uzaktan kumandalı otomatik çakmakla tutuşturduğu yanıcı madde, dronun açılan alt kapağından ormanın kuytusuna süzüldü. Yangın yerine ne ayak basmış ne de eliyle ateş yakmıştı. Bu konuda yemin billah edebilirdi. Kıs kıs gülerek olay yerinden hızla uzaklaştı, Hasyerler’in has maşası…
Ne Kaz Dağları’ndaki altın madeni ne Göcek’te var olan ata madenleri ne de Yatağan’daki santralin kuruluşu, Çatal Dağ’ın köylüleri kadar yormamıştı, Hasyerler’i ; Ankara ‘da ‘bir yolunu buluruz’ diyen yetkililerden – sık sık memnun edilmesine rağmen-’ tık’ yoktu. İşi bitirmek için gönderdiği bölge müdürünün kulağına ‘orman görünümünü kaybetmiş araziler’ diye fısıldamışlardı. Ne demek se? ’Güya yardımcı oldular. Bu kadar yemlendikten sonra, o araziyi bana altın tepside sunmaları gerekirdi.‘ Düşündükçe öfkesi ballanıyordu. Eğildi paletleri ayağına geçirdi, doğrulurken gözlerini kısarak sahip olduğu adanın tam karşısında serap misali bulutları yaran, Çatal Dağ’a baktı; “Eninde sonunda benim olacaksın!” dedi, dedesi kılıklı Hasan Hasyerler…
Adını bir zamanlar üzerinde yaşayan domuzlardan alan bu adayı, dede Hasyerler satın almış. Büyük büyük amcaların anlattığına göre ailenin ileri gelenlerinin itirazlarına rağmen hatta domuzların kökünü av partileriyle kurutmuş olmasına rağmen Dede, Domuz Adası adını inatla değiştirmemiş. Çocukluk arkadaşının- hakaret mi, yoksa iltifat mı olduğu, dinleyene göre değişen- ’has domuz sensin, avladıkların değil!’ takılması o günden bugüne aile toplantılarının vazgeçilmezi olmuş. Öyküyü her dillendirmeden sonra gençler, ’Domuzun hası madem dedem, adanın adı tabi ki bu olacak!’ diyerek dedelerine kahkahalı bir selam çakarlarmış…
Domuz Adası’nın tam karşısında ona meydan okuyan, düşündükçe tansiyonunu fırlatan bu dağı görmemek için dalmalıydı. Karısının ’Aman yalnız dalma! Aman dalacağın yere tekneyle git!’ tembihlerine her zamanki gibi kulak asmayan Hasan Hasyerler, uzun seri kulaçlarla adadan epeyce açıldı. Dalmadan önce gözlüğünü düzeltti. Yüzünü, göğe doğru boğa boynuzu gibi yükselen, dağa çevirdi. Çatal Dağ’dan yükselen dumanı görünce zafer narası atmak istedi. Ağzına yerleştirdiği şnorkelden sadece hışırtılı, homurtulu domuz gibi bir ses çıktı. ‘Adamım işi bitirdi,’ diye içinden geçirdi. Elindeki zıpkınla zafer işareti yaparak zümrüt görünümünü kaybetmek üzere olan Çatal Dağ’a domuz gibi baktı ve daldı…
Köylü her sabah olduğu gibi namaz sonrası yüzlerini Çatal Dağ’a çevirip dua için ellerini açtıklarında dağın çatalından yükselen alevli dumanı gördüler .’Güneşin oyunu bu,’ dediler. Tekrar tekrar gözlerini oğuşturarak bakakaldılar. Gerçek, mahmur kafalara ‘dank!’ edince dualar dudaklarda dondu… Kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar, apalamaya yeni başlamış bebeler bile buldukları her kaba doldurdukları su ile Çatal Dağ’a seğirttiler.
Alevler doruklara doğru yönelmişti. Köylü dağın eteğinde kıvranıyor, yangın söndürme araçları orman içine giremiyor, yamaç yollarda ilerleyemiyordu. Çatal Dağ’ı yakıp yıkıp kül etmek için yel ile alev sanki sözleşmiş gibiydi… Su tankeri, iş makinaları, orman işçileri ve köylüler karadan var güçleri ile çalışırken ”Helikopter nerde kaldı?Helikopter nerde kaldı?”diye küfrederek bağırıyorlardı. Nihayet sepetinde su taşıyan yangın söndürme helikopteri semada belirdi. Göcek açıklarından doldurduğu tonluk sepeti, yangın ortasına boşaltarak seferini tekrarlıyordu…
Gece tetikte, gece ayakta… İçin için yanmaya devam eden ağaçlardan tüten akma kokusunun, kaçamayıp yanan orman canlılarından yayılan et kokusunun sardığı Çatal Dağ ve eteğinde hüzünlü bir yorgunluk içinde bekleşen köylüler, sabahı ettiler.
Rüzgar yavaşlamış, alevlerin azgın dilleri kısalmış, yangının alafı hafiflemişti… Yangın kontrol altına alınmış ve sırtlarında su pompaları ile görevliler soğutma çalışmalarına başlamışlardı. Yanmaz tulum içinde eldiven, maske ve gözlükle tanınmayacağı için pompalardan birini omuzlayan Zümrüt’ün niyeti, yangın çıkış nedenini- nenesinin dediği gibi kul işi olup olmadığını- anlamaktı. Zümrüt sırtındaki su tankından için için yanan dallara, gövdelere suyu pompalarken diğer elindeki dirgenle alevlere apansız yakalanmış sincap, yılan, tavşan, porsuk gibi hayvanların kömürleşmiş bedenlerini evirip çeviriyordu, içi parçalanarak. Yangın mahalinin tam orta yerinde kömürleşmiş iki beden, birisi iri bir domuz. ‘Bu, nenemin bostanına musallat olan yaşlı domuz herhalde,’ diye düşündü. Nenesinin anlattığı aklına geldi, üzüldü. Domuz Adası’nda yaşayan domuzlar, bir bir avlanmaya başlayınca kurtuluşu kendilerini denize atmakta bulmuşlar. Yüzerek kaçanlar bu dağa sığınmışlar. ’Oldukça iri bir domuz. Kaçamadı yangından,’ diye içinden geçirdi. ‘Belki de Domuz Adası’ndan kaçanların soyundandır, kim bilir?..’ Duman, is, kurum ve yanık et kokusu işini zorlaştırıyordu Zümrüt’ün. Kendisini ele vermemek için maskesini çıkarıp, yüzüne su da serpemiyordu. Devam etmeliydi, su pompalamaya ve yanmış kütükleri karıştırmaya. İkinci bedeni çevirmeye çalıştı dirgeni ile ”Bu, bu hayvana benzemiyor! Bu, bu balık adam, elinde zıpkını var!..”
Kaynak; Nesrin Özkan Aştı,Bugünden Yarına Hikayeler,Cinius Yayınları,2023