Kurtuluş reçetemiz olarak adlandırdığımız yazılarımda adeta doğru kullanılmayan ilaçların yan etkileri olduğu gibi doğru teşhis edilemeyen sosyal hayattaki hastalıkların tedavisi de kolay olmayacağa benziyor. Müslümanların ihtilaf ettikleri alanlarda, bazı Müslümanların kendilerinin veya tarihteki içtihatların mutlak doğru görmeleri, bir tür şirke kapı aramalarına sebep olduğu da bilinmektedir. Günü birlik kaleme aldığım bu yazılar, hata ihtimalinden uzak olmasa da bir gayretin ürünü olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu yazılar, Müslümanların aralarındaki ihtilafların sebeplerinin nerelerden kaynaklandığına dair, bir akıl yürütmekten ibarettir. Günümüzde ortaya çıkan sosyal problemlerin çözümünde, karınca kaderince bir katkı sunma amacına matuftur.
Tarihten günümüze Müslümanların ittifak ettikleri veya ayrıldıkları ilkeler de bulunmaktadır. Müslümanlar, İslam’ın erkler hiyerarşisi olarak bilinen şeri deliller konusunda ve bu delillerin kapsamında, birleştikleri veya ayrıştıkları noktaların oldukça fazla olduğu da görülmektedir. Bunun da, farklı bir metodoloji benimsemiş olmaları yanında, bu metodolojinin nihai bir metodoloji olduğuna inanmaları, bu metodolojiyi sorgulamadan kutsamaları, bu yöntem farklılığındaki tecrübe ve terakkinin nihai tecrübe ve terakki olmasına inanmaları, sosyal gelişmeler karşısında bu metodolojiyi sistemleştirememeleri başlıca problemimiz olduğu görülmektedir. Bu problemin kaynağının, sosyal hayatın gelişmesi ve değişmesine paralel olarak bir metodolojinin geliştirilemediğinden kaynaklandığı sanılmaktadır.
Oysa tarihten günümüze, İslam dininin yazılı ve yazısız kaynakları konusu hep tartışıla gelmiştir. Şekilsel olarak güzel eserler verilse de pratikte pek çok problemin çözümünde usulen bir tekâmül sağlanamamıştır. Bir metodoloji sorunumuz olduğu da ortaya çıkmaktadır. Sonuçta vahiy ve akıl konusunda yetersiz tecrübemiz olduğu da açıktır. Bu problemlerimizin kaynağını ise vahiy ve akıl arasındaki dengenin kurulamamasından kaynaklandığı sanılmaktadır. Öyle ki bu kaynakları nakli veya akli kaynaklar şeklinde de formüle edebiliriz. Bu kaynakların hangilerinin akli ve hangilerinin nakli olduğu konusu bizleri epeyce yoracağa benzemektedir. Bu konuda bir taksimat yapacak olursak; konuyu şu şekilde özetleyebiliriz:
Bilindiği gibi H₂O maddi ve manevi dünyamızın kırmızı çizgileridir. H₂O adeta anayasa ve yasa gibi hiyerarşik bir yapı arz etmektedir. Adeta biri Allah’ın vahyi, biri de Peygamberin pratik uygulamaları olsa gerektir. Sonuçta söz Allah’ın sözüdür. Yol Peygamberimizin yoludur. Adeta biri anayasal üst norm, bir diğeri ise bu anayasal normun, yasal bir düzenlemesi mahiyetinde olsa gerektir. Akıl ile vahiy arasında H₂O diye ifade edilen bir bileşik gibi bir birliktelik söz konusu olduğu da söylenebilir.
Öte yandan adeta iki hidrojen, Kur’ân ve Sünneti, bir oksijen ise bireysel ve ortak aklı ifade etmekte olduğu da söylenebilir. Yani vahiy dediğimizde, yazılı kaynak olan Kur’an ve Sünneti kastediyoruz. Yani iki hidrojen gibi değişmez yazılı ilkeler olduğunu anlıyoruz. Akli kaynaklar denildiğinde ise bireysel ve ortak aklın ürünü olan kıyas ve icmayı kastediyoruz. Tarihten günümüze icma ve kıyası şeri delil kabul edenler ile bunları bireysel veya ortak aklın istinbatının ürünü olduğunu kabul edenlerin ihtilafları, zamanla iftiraka dönüştüğünü de görmekteyiz. Bu klasik metodolojinin teoride kaldığı, pratiğe uygulanmasında pek çok problemleri de beraberinde getirdiği görülmektedir. Bu yazısız kaynakların temelini de genellikle örf ve adet dediğimiz, yazısız kaynağın oluşturduğunu da bilmekteyiz.
Kur’an ve Sünnet biri diğerinin mütemmim cüzüdür. Nasıl ki suyun oluşumu iki hidrojen ve bir oksijenden meydana geliyorsa; İslâm’da Kur’an, Sünnet ve aklın birlikteliği ile meydana gelmiş bir birleşik gibi olsa gerektir. Bu birleşiğin, sosyal hukuk alanındaki disiplinin veya düzenin, sosyal hayatın gelişmesine paralel olarak pratikte problemler ortaya çıkarması düşünülemez. Ancak adeta bu bileşiğin elementlerinin birbiriyle vuruşturularak ötekileştirildiği bir alana sokulmaya çalışılması, akılcılar veya nakilciler, Kur’ancılar veya sünnetçiler gibi çağ dışı yaftalamalarla ötekileştirilmeye çalışılması, bir gaflet veya dalalet olarak görülmelidir.
Bu ayrıma çanak tutan, bakışı bulanık, akıl çapı dar insan tiplerinin kamçılarıyla, bu ihtilafın iftiraka dönüşmesi, sinsi bir oyun değilse, basiret noksanlığı diyelim gitsin. Kur’an’da sünnette, akılda, nakilde hepimizin ortak değerleridir. Bu fitneyi içimize atan, âdeta atomu parçalamaya çalışan, baş ile gövdeyi, kol ile bacağı birbirine düşman sayan, bakışı bulanıklar, milleti bir bataklıktan başka bir bataklığa sürüklemeye çalışmaktadırlar. İmanın şartlarına iman etmenin ne anlama geldiğini ıskalayarak ötekileştirme yolunu seçerek sıratı müstakimden ayrılmışlardır. Sıratı müstakimden ayrıldıklarının farkına bile varamamışlardır.
Âdeta kâinatın ve insanlığın âbı hayatı bu bileşiğin esaslarının iyi anlaşılmasında yatmaktadır. Bu bileşiğin biri maddi, diğeri ise manevi dünyamızın ana esasları kabul edilmelidir. Bu hiyerarşik erkler ayrımı iyi anlaşılamazsa pek çok konuda ihtilafın çıkacağı da açıktır. Şeri deliller arasındaki bu hiyerarşik yapılanmanın kesiştiği veya ayrıştığı noktalar, iyi tespit edilemezse pek çok tartışma zamanla iftiraka yol açabilir. Nas ile aklı vuruşturan bakışı bulanık, fitne üreten, akıl çapı dar, başkasının kafasıyla gezen insanların varlığı, günümüzde bu ihtilafı adeta iftiraka götürecek kadar talihsiz beyanlar yapmaktadırlar.
Keza İslâm dinînin yürürlüğü de vahiy (nassı katî) ve içtihat (nassı zannî) gibi iki ana esasa dayanmaktadır. İslam dininin yürürlülüğü, nassın zanni alanındaki içtihatlarla sürdürülmektedir. Nassi kati yani nassın ana esasları, poligam taşları gibi sabit ve değiştirilemez hükümleri ihtiva etmektedir. Öyle görünüyor ki tarihten günümüze akıl ve nakil çatışması önümüze bilinçli atılan bir fitne olsa gerektir. Ne yazık ki kitaplarımız ve insanlarımız hâlâ bu sakızı çiğner dururlar. Kur’an’ın anlaşılmasında en önemli odak noktamızı, nass ve içtihat alanının belirlenmesinde yattığı da anlaşılmaktadır.
Keza içtihat alanında farklı yorumların olması kadar doğal bir durum olmasa gerektir. Tehlikeli olan içtihatların nassı kati gibi görülmesinde yatmakta olduğu da anlaşılmaktadır. Oysa içtihatlar ancak yasal norm haline getirildiğinde yeniden içtihada mesağ olamaz. Çünkü o maddi norm haline yani nas (yasa) konumuna yükseltildiğinden, hepimizi bağlamaktadır. Bu içtihadın yerine yeni bir içtihat, maddi norm haline getirilene veya bu içtihat yürürlükten kaldırılana kadar bağlayıcılığını sürdürmektedir. Zira kanunilik ilkesi de bunu zorunlu kılmaktadır. İçtihat, içtihadı nakz etmez ilkesi de bu bağlamda doğru anlaşılamamıştır. Sorun içtihadi hükümlerin bağlayıcılığının doğru anlaşılamamasında yatmaktadır. Nas ve içtihat alanındaki bu ayrımın metodolojik bir sorun oluşturduğu da anlaşılmaktadır.
Diğer bir ihtilaf konusu, din ile şeriat kavramlarına yüklenen anlamlardaki odak noktada yatmaktadır. Öyle ki din ile şeriat ayrımında, birleşenler olduğu gibi ayrışanlar da bulunmaktadır. Oysa din, insanlığın var edilmesinden itibaren Şâri’in tevhid akidesi üzerine kurduğu bütün insanları kapsayan vahye dayalı evrensel kanunlar manzumesi olarak tarif edilebilir. Bu ilkeler insanlığın genel geçer ilkeleridir. Zira Kur’an bütün insanlığa gönderilen son ilahi kitabın adıdır.
Şeriat ise insanın toplum içerisinde huzurlu bir hayat sürebilmesi için yaşadığı dönemde oluşturulan ve her an değişime açık kanunlar bütünü olarak tanımlanabilir. Bu tanımlarda birleşilemediği sürece bu ihtilafların süreceği de açıktır. Şeriat her toplumun, sosyo kültürel yapısına uygun yapılan yasal düzenleme olarak görenler ile karşı çıkanların ihtilafı da ayrı bir problemdir. Oysa toplumların değişimlerine paralel olarak yasal düzenlemelerin de değişmesi kaçınılmaz gözükmektedir.
Din ile şeriat arasında ayrım yapanlar ile yapmayanların ihtilafları zamanla adeta iftiraka dönüşmüş olduğunu da görmekteyiz. Bu durumun Müslümanları bir hayli meşgul edeceğe de benzemektedir. Bu ihtilaflar, ehlisünnet yöntemi ile çözülmelidir. Ehlisünnet ilkeselliği bilinçli bir tahribata sokulduğundan, rotası belli olmayan gemi gibi herkesin suçu başkasına attığı ve ötekileştirme yolunu seçtiği gözlemlenmektedir.
Oysa birbirlerini ötekileştirmeden ziyade, sosyal hayattaki problemleri çözmek için metodolojik bir yöntem ve yolun belirlenmesi gerekmektedir. Yoksa yaşadığımız hayatta hiç kimse huzurlu ve mutlu da olmayacaktır. Dini kendisinin en doğru anladığını iddia etmek bir müşriklik alameti olsa gerektir. Doğrunun ise ortak akılla bulunması en isabetli yol ve yöntem olsa gerektir. Bunun için diyanetimize çok önemli görevler düşmektedir. Kıymetli diyanetimizin de bu konularda da öncülük yapmasını beklemekteyiz. Saygılarımla.