Bu sorunun iki önemli gerçek içeriği bulunmaktadır: (1) Birincisi, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki toplumlar ekonomik olarak gelişmek ve refaha erişmek istemektedirler. Çünkü Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki toplumlarda hayat pahalı, zor ve meşakkatlidir. (2) İkincisi, bu gelişme gereksinimini giderecek olan iki doğru yol vardır ki, ilki Batılıları örnek almak ve onlara benzemeye çalışarak gelişmek girişiminde bulunmaktır. İkinci yol, kendi gereksinimlerini ve deneyimlerini hesaplayarak alternatif bir bilgi ve gelişme süreci var etmeye çalışmaktır. İkinci yolun iki bileşeni ve kimi zaman handikabı vardır. (i) Öncelikle toplumu oluşturan paydaşların çoğunluğunun bilinçli, güvenilir ve iletişime tutarlı seviyelerde açık olmaları gerekmektedir. Bu genellikle mümkün olamamaktadır. Çünkü her birey kendi gereksiniminin o anda giderilmesini talep etmektedir. (ii) Ayrıca bu birincinin handikap olmaktan kurtulabildiği koşullarda bile o andaki bilimsel ve teknolojik ihtiyaçların giderilmesi için ve bir gelişme ölçütü işlevi görsün diye mutlaka gelişmiş (Batılı) toplumlara bakmak gerekecektir. Böylece her tercihte yol gelişmiş toplumdan etkilenmeye ve onu örnek almaya çıkmaktadır. Burada mesele artık Batılılaşmanın nasıl yapılması ve yönetilmesi gerektiğidir. Eğer Avrupalı ve Kuzey Amerikalı olmayan toplumlar kendi bünyelerindeki insan kaynaklarına güvenebilirlerse söylemsel seviyede Batılılaşmamayı, eğer güvenemezlerse söylemsel seviyede de Batılılaşmayı tercih etmektedirler. Söylemsel Batılılaşmak da söylemsel Batılılaşmamak da özellikle küresel kapitalizm zamanlarında aynı şeyi içermektedir: Deneyimsel ve kavramsal Batılılaşmak!
İşin gerçeği hiçbir toplum kendi içinden ve kendi deneyimlerine dayanan bir değer üretmeksizin gelişemez. Çünkü insanlar ancak kendi deneyimlerinden yeni bir bilgi edinebilirler ve söz konusu bilgiler de kendi gerçek gereksinimlerini artık kendi ürettiklerine dayanarak gidermede işe yarar. Burada birçok aşama ve kapsamlı bir zaman dilimi söz konusu olur. Aşamaların her biri farklı birer insan veya çeşitli insan grupları tarafından icra edilmek zorunda kalabileceği için güven, iletişim ve işbölümü gereklidir. Kapsamlı zaman dilimi de bir kuşağın ömrünü aşacağı için birkaç kuşaklık tutarlı ve istikrarlı bir programa ihtiyaç vardır. Bunun anlamı aslında doğru Batılılaşmanın da bir toplumun kendi gereksinim ve deneyimlerine dayanarak gerçekleşmesi gerektiğidir. Yani Doğu toplumları kendi gereksinim ve deneyimlerine dayanmaksızın öncelikle Batılılaşamaz ve ikinci olarak Batılılara alternatif oluşturamazlar. Tartışma ve analiz her halükarda insan kaynaklarına, iletişim ve işbölümüne ve güven ve istikrara bağlanmaktadır. Konu aslında Batılılaşmanın kendisi değildir. Bu çerçevede çağdaşlaşma ve Batılılaşma birbirinden farklı mıdır şeklinde bir soru gündeme gelmektedir. Bu sorunun cevabı Batılılaşan insanlara göre değişebilir. Güney Amerika, Afrika ve Asyalı insanların çağdaşlaşmaları Batılılaşarak gerçekleşebilir, ama bu gerçekleşme onları Batılı yapmaz. İki farklı özne birbirini örnek alabilir ve birbirine benzeyebilir, ama bu gelişme aradaki gerçek farklılığı ortadan kaldırmaz. Batılı olmayan toplumların modernleşme süreçlerindeki yenilikleri anlayabilmek için Batı insan ve toplumlarını bilmek işe yaramaktadır. Fakat modernleşme süreçlerindeki sorunlar ancak Batılı olmayan toplumların kendi yerel dinamikleri teşhis edilerek doğru anlaşılabilir. Neticede içerik ve insanların verdikleri emek önemlidir. Eğer Doğuda gözle görülür bir gelişme ve değişme meydana geliyorsa Çin, Güney Kore, Tayvan, Singapur ve Japonya’da olduğu üzere Batılılaşma aslında yararlı bir Doğululaşmadır. Fakat eğer gözle görülür bir gelişme ve değişme meydana gelmiyorsa Kamboçya, Nepal ve Afganistan’da denk gelindiği gibi adına Batılılaşma da denilse Doğululaşma da denilse gerçekleşen hâdiseyi kimse sahiplenmek istemeyecektir.
Antik Yunan’dan önceki tarihte Hindistan Doğu ve Mısır da Batı coğrafyalarının bilinen ilk örnekleriydi. Doğu’da ruh, Batı’da beden önemliydi, çünkü Hindistan’da tıp Mısır’daki kadar ileri değildi. Sonra Doğu ve Batı kavramlarının coğrafi içeriği hep değişti. Ruh kavramı ile beden kavramının içerikleri 11-12. yüzyıllarda Bağdat’ta ve 16-17. yüzyıllarda Paris’te birbiriyle etkileşime girdiler ve bugünkü “ruh-beden” ikilemi çıktı ortaya. Oysa ruh ile de beden ile de kastedilen insanın canlılık özelliğiydi. Ortaçağda Avrupalılar Müslüman toplumları örnek alarak gelişme kaydettiler. O dönemde özellikle İtalya ve çevresinde din bilginleri (din insanları) bunun bir çeşit İslâmlaşma ve Hıristiyanlıktan uzaklaşma olduğunu iddia ediyorlardı. Fuat Sezgin’in Ortaçağ İslâm toplumlarında bilim ve teknolojiye dair çalışması bunu kapsamlı bir şekilde açıklayarak 19. yüzyılda bütünüyle yanlış bir oryantalizmin (doğu biliminin) teşekkülünü vaktiyle gelişmeye karşı çıkan söz konusu din insanlarına bağlamaktadır. Modern ve çağdaş dönemlerde gelişmiş Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın temelde Müslüman olmadıklarını hepimiz biliyoruz. Bu vakıa, her gelişme veya gelişmemenin, her çağdaşlaşma veya geride kalmanın içerideki insan kaynakları ve üretkenlik seviyesine bağlı olduğunu gösteriyor. Doğu kavramının İslâm ile özdeşleşmesi 19. yüzyıla özgü bir durumdur. Günümüzde Doğu denilince Çin ve Hindistan başta olmak üzere Doğu ve Güney Asya ülkeleri anlaşılıyor. Dünyada kimse Türkiye ve Arap ülkelerini Doğu olarak tanımlamıyorlar. Merkez Avrupa’nın doğusundaki her yer Doğu kavramının içine girmemektedir. Ortadoğu, merkezin (Viyana-Londra hattı) yakınındaki Doğu demektir. Fakat metinlerde artık Doğu ile Çin ve Hindistan anlaşılmaktadır. Japonya, Güney Kore, Tayvan ve Singapur Batılılaşmış (zenginleşmiş) Doğu ülkeleri olarak biliniyorlar. Dolayısıyla Doğu ve Batı sabit değildir. Tarih boyunca görüldüğü gibi dinamik ve değişkendir. Bir zamanlar Türkiye Mısır’a yakın olduğu için Batı idi. Nitekim Ortaçağda İbn Sînâ da Batı derken Bağdat ve çevresini kastediyor ve Doğu derken bugünkü Özbekistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi kastediyordu. Ona göre Doğu felsefesi, Hindistan ve İran temelli İslam felsefesi idi. Bugünkü bazı uzmanların göstermek istedikleri gibi temelde Arap-İslam felsefesi veya Türk-İslam felsefesi demek değildi. Ebû Hâmid el-Gazâlî’ninki tam anlamıyla Arap-İslam ve Türk-İslam felsefesinin birleşimi ve Batılı bir felsefeydi!
Çağdaşlaşma ve Batılılaşma yeni ve kazandırıcı özgün bir değer üretmek anlamında çok deneyimli ve kavramsal zekâsı hayli gelişmiş insanlar için çoğunlukla birbiriyle eşanlamlıdır. Fakat bu eşanlamlılık aslında zamanla Batılı olmayanların lehine değişecek bir sürece karşılık gelmektedir. Çağdaşlaşma ve Batılılaşmanın birbirine ters olduğu örnekler üretken deneyim ve kavramsal zekâ bakımından durağan zihinlerin görüşlerinde daha çok bulunabilir. Çağdaşlaşma ve Batılılaşmanın gereksinim alanlarına göre birbirleriyle aynı, farklı veya ilişkisiz olabilecekleri görüşü ise çoğunlukla hesaplı ve fazla planlı yaşayan zihinlerin yorumlarında bulunabilir. Açıkçası yaşanan hayatta her şey insan kaynakları ve üretilen emekle ilgilidir. Eğer tutarlı ve istikrarlı bir emek varsa kavramlar ve isimler deneyimlere işarette bulunmaktadır. Eğer tutarlılık ve istikrar konusunda bazı aksaklıklar içeren bir emek varsa kavramlar ve isimler deneyimlerden ayrı konuşulabilirler. Günümüzde örneğin gelişen Çin kapitalizmine bazı Batılı sosyal demokrat akademisyen ve aydınlar ‘sosyalizmin zaferi’ veya ‘komünizmin başarılı kalkınma modeli’ni çağrıştıran adlandırmalarla işarette bulunmayı tercih edebiliyorlar. Slavoj Žižek bu aydınların bir prototipidir. Adlandırma ne ve nasıl olursa olsun Çin’deki hâdise özellikle dijital tabanlı kapitalistleşmedir. Kapitalistleşmenin yerine başka bir adın tercih edilerek kapitalistleşmenin ABD ile özdeşleştirilmesi meydana gelen olayın gerçekliğini değiştirmez. Doğu, Batı, gelişmek ve çağdaşlık arasında da benzer bir ilişkinin olduğu düşünülebilir.