Sen suçlusun. Bütün suç sende! İtiraf et! Taammüden hekim oldun. Başkasında suç arama… Ne diye, daha lise yıllarından itibaren gece gündüz çalışmaya başladın. Hep en önde olmak için gayret sarf ettin. Sıradan bir öğrenci olarak, sınıfını geçmek, daha sonra da sıradan bir fakülteyi kazanmak senin neyine yetmiyordu. İllaki yüzde birlik dilimin altına girip, tıp fakültesini hedeflemek de neyin nesi? Yazık değil mi uykusuz geçirdiğin gecelere, arkadaşların gezip eğlenirken kitaplarının başında şiş gözlerle boşuna(!) tükettiğin o güzelim günlere… Oysa ki ÖSS’de, değil yüzde onluk, yüzde yirmilik, otuzluk dilimler bile, sana bir üniversiteye kapağı atmaya, çok daha rahat bir eğitim alarak hayatını devam ettirebilirdin. Ama sen inat ettin, olmaz, illa da tıp fakültesi diye tutturdun. Üç-dört yıllık bir eğitimi beğenmedin de 6-7 yıllık tıp tahsilini yeğledin. Ama bazılarına 3-4 yıl çok, bazılarına da 6-7 yıl az bile… Şeytan azapta gerek!
Çalışmalardan, derslerden, laboratuvarlardan, bazı çakma, fason, kaprisli hocalardan(!) ve stajlardan fırsat bularak, hayalini süsleyen, rüyalarına giren o tıp rozetini yakana takıp, gönül rahatlığı ile göğsünü gere gere sokaklarda gezebildiğini, arkadaşlarınla eğlenebildiğini hiç zannetmiyorum. “Hekimler hayatlarında sadece iki gün kendilerini doktor olarak görürler, biri tıp fakültesine kayıt yaptırdıkları, diğeri de diplomasını aldıkları gün…” sözünün doğruluğunu sen de yaşarsın sonunda. Fakülte bitince esas sıkıntılar, mücadeleler, koşuşturmalar, insanlık dışı uygulamalar başlıyor. Mecburi hizmet seni bekliyor, daha ne duruyorsun? Marş marş…
Ya da, şansın mı, şansızlığın mı yaver giderse bilmiyorum, TUS’u kazanabilirsen, bir başka çile başlıyor demektir. Hele daha akıllanmamış, kafanı kullanamayıp illa da cerrahi bir branş diye tutturursan, gel keyfim gel! Dâhili branşlar farklı mı, onların da ne belalılarının olduğunu bilmez miyim? Uzmanlık eğitimi, aman Allahım… Bir kâbustur başlıyor. Bir de benim gibi bir hocaya asistan olmak… Yandı canım keten helva! Ne büyük bir felaket, hayali bile ürpertici… Beş sene, altı sene, yedi sene, sekiz sene… Artık bekle ki ihtisas bitsin! Ama bana asistan olanların, bu dünyada değil, ama öteki dünyada bunun faydasını görecekleri söylenir! Yaklaşık 20 yıl evvel torununu ameliyat ettiğim etkin bir bürokrat (R.K.), kliniğimizdeki çalışma disiplini ve düzenine şahit olduktan sonra, çok etkilenmiş, “Kıyamet günü zebaniler, dünyada İsmail Hakkı AYDIN Hoca’ya asistan olan doktorlara, siz zaten asistanlığınız döneminde hocanızdan yeterince azap çektiniz, onun için cehennem size haram. Doğru cennete gidin, denilecektir!” ifadesi ile asistanlarımı motive mi etmiş, yoksa onlara hal-i pür melallerini mi anlatmış, hâlâ anlamış değilim!
Evet, asistanlık yılları… Yemek yemeye fırsat bulamadığın, aç susuz geçen gün aşırı nöbetler, sonraları alışmış olsan da koşuşturmaktan bacaklarından hiç eksik olmayan ağrılar, kramplar, sökmeyen inatçı şafaklar, bir türlü ağarmayan tanlar, sabahlara kadar süren ameliyatlar yetmezmiş gibi, pansumanlar, saatlik idrar ve CVP takipleri… “Hemşire ve hastabakıcılar yetersiz, tedavi ve hasta bakım hizmetleri de senin” olduğu günler… Bırak başasistanları, ara kıdemlilerinden yediğin fırçalar, sabahın beşinde, altısında başlayan hoca vizitleri… Nöbet sonrası, zar zor eve düşüp yemeğini bile yiyemeden uykuya daldığın, çocuklarının bile seni tanımadığı, sen hastalarından ayrılamadığın için eşinin mecburen, yalnız başına hastaneye gidip doğum yaptığı ve kucağında bir bebek ile eve döndüğü, tatillerde bile, mazoşist bir duygu ile kliniğini özlediğin günleri çok iyi hatırlıyorsun değil mi?
Neyse ki ihtisas bitti. Ama unutma, esas çile şimdi başlıyor. Askerlik, mecburi hizmet, çoluk çocuk, eş durumu ve bilmem daha neler neler… İnsan-ı kâmil olmak(!) öyle kolay mı? Daha bitmedi bu kutsal azap! Evden, okuldan, apartmandan, dükkândan bozma bir hastanede (!) sen tek başına… Asalaklar tarafından kullanıldığın günler… Yetkililer bir tarafa, hastalardan, mahalle muhtarlarından, parti temsilcilerinden işittiğin azarlar, tehditler, yediğin dayaklar… Yedi kocalı Hürmüz maşallah! Yine akıllanmadıysan, kariyer seni bekliyor, buyurun üniversiteye, bak hoca olacaksın!
Bütün bunları neden mi yazdım? 14.04.2009 tarihinde Medimagazin, Okuyucu Köşesinde, Dr. M.Y. imzalı “Doktor stratejik personelse bir o kadar da değerli olması gerekmez mi?” başlıklı, ıstırap dolu gözyaşları ile yazılan bir ah-u zarı, bir intizarı, bir haykırışı, bir münacaatı ve samimi itirafları okudum. Çok duygulandım ve bu satırları kaleme aldım.
Bakın Cem Sultan ne diyor?
“Canana Can olan bilmez Canının kıymetini.
Canan da bilmez Canına Can olanın kıymetini.”