Evet, yanlış duymadınız. Ülkemizde doktor eksikliği yok, aksine fazlalığı var. Hastalıklarda artış yok, hasta olmak için can atan, en küçük şikâyeti için ortalığı velveleye verip abartma merakındaki insan sayısında artış var. Zira istatistiki veriler, bunu teyit etmektedir.
İnsanlar vücutlarının, immün sistemlerinin, savunma mekanizmalarının direnç kazanmasına fırsat vermiyorlar ki… Bir korkudur sarmış âlemi; “Öldük, ölüyoruz, doktor yetiş…”
Çocuğun ateşi olur, “Doktor antibiyotik yaz!”
Öksürüğü var, “Öksürük şurubu!”…
Sonra da çocuk hayat boyu hastalıktan kurtulamaz. Neden? İmmün sisteme fırsat verilmiyor ki kendini güçlendirsin.
“Moralim bozuk, koş doktora. Canım sıkıldı, doğru acile. Uykusuzum, doktor neredesin! Nezle oldum, tam teşekküllü tahlil yaptır. Grip oldum, bir torba ilaç! Başım ağrıdı, MR çektirmeden olmaz. Midem yanıyor, hortum attırmaya geldim! Kabız oldum, aletle baktıracağım. Bedava muayene ettiğinizi duydum, geldim. Bir şikâyetim yok, ama şöyle bir tepeden tırnağa bilgisayara girmek istiyorum. Gelmişken bir de muayene olayım dedim. Geçiyordum, ücretsiz ‘check-up’ yapıyormuşsunuz. Tansiyonumu ölçtüreceğim. İğne yaptıracağım. Şimdi acilde muayene olmak istiyorum. Acil değil, ama yarın gelemem, dükkâna bakacak kimse yok!” Daha neler neler…
Sonra da o hastane senin bu hastane benim, doktor doktor dolaş dur. Hastaneler hınca hınç dolsun, hastane yetmiyor, hasta yatağı yok, doktor yok!
MR çekiminde dünyada en bonkör davranan şampiyon biziz çok şükür! Muayenesiz MR… Çekilen MR sayısındaki pozitiflik oranı, dünya standardının çok altında. Plasebo etki… Yok yok! Nosebo etkisini göz ardı etmemek gerek. Niçin? Biz ön tanı olmadan, muayenesiz tetkike zorlanıyoruz da ondan. Tabii ki, “performans belası” da etkilemiyor değil.
Ya gereksiz ameliyatlar… Keyfi uygulamalar? Bazı “özel” hastanelerin menfaatperest(!) prensipleri ve hekimlerin geçim sıkıntısı belasının yönlendirmesi, emekli hekimlerin maaşlarının, en güvenilir imtihanlardan ilk sırada olduğuna inandığım üniversite giriş sınavlarındaki başarılarının asla yanına yaklaşamayanların, kendileri kadar ağır bir eğitimden geçmeyenlerin, iş riski daha az olan ve daha konforlu iş şartlarına haiz olanların emekli maaşlarının üçte biri oranında olması da üzerine tuz biber ekmektedir.
Yakın bir zaman önce, bir meslektaşımızın sosyal medyada dolaşan bir yazısı dikkatimi çekmişti. Hekimler ile fahişeler arasındaki yakın benzerlikleri(!) çok ironik bir şekilde ifade ediyordu. Gerçekten enteresan bir benzetme manzumesi ile meslektaşlarımızın unuttukları “kahkaha ile gülme”lerine vesile olmuştu.
Teknolojik gelişmelerin tedavi modalitelerimize müspet anlamdaki katkısı şüphesiz yadsınamaz. Ancak, tıbbi müktesebatımızın bize kazandırdığı ve hekimlik nosyonumuzun oluşmasında olmazsa olmazımız “anamnez ve fizik muayene”yi unutmamız ya da unutturulması sebebi ile artık “doktor eli değmemiş hastalara”, el değmemiş tedaviler ve ameliyatlar uygulamaktayız(!).
Bütün bunlar, hastalık sayısını artırdığı(!) gibi, herkese bir hastalık bulma ve uydurma çabalarımız(!), teşhissiz ve hastalık bulamadığımız insanları aşağılık kompleksine(!) sürüklemektedir.
Nitekim ülkemizde ne doktor açığı var ne de hasta yatağı ihtiyacı…
Hasta olmayıp da hasta olmak için can atan, çokbilmiş pimpiriklilerin hastaneleri ve hekimleri meşgul etmeleri söz konusu…
Tabii ki bir de canlarını dişlerine takarak üç kuruş için cansiperane çalışan hekim meslektaşlarımızın güvenliklerini, itibarlarını ve maaşlarını yerlerde süründüren düşmanca zihniyet…
“NEFES” isimli kitabımızdan (İsmail Hakkı AYDIN, Eser Matbaası, 2010), ve T.C. Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu Şefi Sayın Mustafa Fatih Salgar’ın Hicaz makamında bestelediği, “Sultanım Bilir” isimli bir rubaimizle bir başka âleme seyahat edelim.
SULTANIM BİLİR
Kimse bilmez hasretim, kalbim, efganım bilir.
Ben bilmem, Sen bilmezsin, sadece canım bilir.
Kendimden de sakladım, Hak bilir, bu Sevda’yı,
Feryadım bilmez amma, sırrı Sultanım bilir.