Geçen ayki yazımın başlığı “İdeal Doğum Hekimliği mi, Şarlatanlık mı?” idi. Özetle; pek çok ailenin gebelik ve doğum esnasında oluşabilecek obstetrik problemler ve komplikasyonlarda son yılların modasına uyarak doktorlarını ve hastaneyi suçladıklarını, bu bağlamda doğuma hazırlık amacıyla gittikleri doğum akademisi vb. kuruluşlarda doğum eylemi konusunda bazı bilimsel olmayan hatalı bilgiler edindiklerini yazmıştım. Bu makaleme, meslektaşlarımdan bugüne dek olmadığı kadar çok olumlu geri bildirim aldım. Meğer ne çok meslektaşımın bu yanlış yönlendirmelerden, doğum koçu vs. gibi adlar altında doğuma eşlik eden eğitimsiz kişilerden canı yanmış.
Tam kendime “Evet bu ayki yazım gerçekten bir gündem oluşturdu.” diyecekken, peş peşe iki “bomba” haber daha gündeme düştü. İlk haber yurt dışından geldi; bizde de bazı kişilerce hastalara alternatif bir doğum yöntemi olarak önerilen “suda doğum” ile dünyaya gelen bir bebek bilahare sepsisten kaybedildi. Kanıta dayalı hiçbir yararı gösterilememiş olan suda doğumu hastalarına alternatif bir doğum yöntemi olarak sunan kuruluşlar bu üzücü gelişmeden sonra konuyu bir kez daha araştırırlar sanırım.
Tüm meslektaşlarımızı etkileyen, karamsarlığa iten ve hatta bazılarımıza “Niye bu mesleği seçtim ki?” dedirten haber ise geçen hafta Hürriyet gazetesinde hem de tam iki sayfa olarak yayımlandı. Serebral palsi tanısı alan bir bebeğin ailesinin açtığı dava sonucunda, bebekteki tablonun, doğum eylemi sırasındaki fetal hipoksi nedeni ile geliştiğine hükmeden mahkeme, doktoru ve hastaneyi tam 2,5 milyon TL tazminata mahkûm etti. Konuyla ilgisi olmayanlar hemen “Eğer doktor suçluysa, buna yol açtıysa neden itiraz ediyorsun?” diyebilirler. Hemen açıklayayım, olayın doğum hekimini infaz etmeden önce irdelenmesi gereken pek çok yönü var. Her şeyden önce, henüz yargı aşamaları tamamlanmamış bir olayı hekim ve hastane adı vererek yayımlamak doğru değil. Kaldı ki serebral palsinin etiyolojisinde doğum eylemi sırasındaki fetal hipoksi, hastaların küçük bir kısmındansorumludur.Diğer hazırlayıcı fakörler; enfeksiyonlar, fetal koagülasyon bozuklukları, travmalar, plasental yetmezlik ve bazı metabolik anomalilerdir. Hâl böyleyken her komplikasyonda doğum hekimini direkt olarak suçlamak, medyada teşhir etmek doğru değildir. Korkarım, yakın gelecekte çocuklarımızı emanet edecek kadın-doğum uzmanı da bulamayacağız. Çünkü TUS sınavlarında artık kadın-doğum uzmanlığı hiç tercih edilmeyen branşlar arasına girdi. Hâlbuki daha 10 yıl önce pek çok tıp fakültesi birincisinin ilk tercihi kadın-doğum idi. Mevcut uzmanlar da bu saldırılar karşısında giderek “defansif tıp”a daha fazla yöneliyor ve olabildiğince komplikasyona açık girişimlerden kaçınıyorlar.
Olayın kabul edilemez diğer bir boyutu da doktor aleyhine verilen 2,5 milyon TL’lik tazminat kararıdır. Bir doğumdan en iyi şartlarda birkaç bin lira kazanabilen bir hekim, ömür boyu durup dinlenmeden çalışsa bile bu tazminatı ödeyemez. Ailenin avukatı bile gazeteye, “Bu, Türk yargı tarihindeki en yüksek tazminatlardan biri.” diye demeç vermiş. Bu durumda hekimler nasıl korkusuzca hastalarına müdahale edebilecekler?
Benim tüm bu gelişmelerden sonra meslektaşlarıma önerim, takip ettikleri gebeleri birbirleriyle paylaşmalarıdır. Eğer bir gebeyi aynı hastanede çalışan birkaç doktor birlikte takip ederse, gebenin doğum ağrıları tuttuğunda o gece ekipten görevli olan doktor doğumunu yaptırır. Diğer doktorlar da bilir ki o gece evlerinde huzur içinde aileleriyle olabilecekler. Böylece pek çok hasta şikâyetine ve sorunlara yol açabilen “Doktor doğuma geç geldi, gece nöbetçi doktor yetersizdi vs.” gibi yakınmalar ve komplikasyonlar ortadan kalkacaktır. Yıllar önce yurt dışında çalışırken uygulama fırsatı bulduğum bu yöntem sayesinde hastalardan da hiçbir olumsuz geri bildirim almamıştık, yeter ki bu paylaşım daha gebeliğin başında hastalara yeterince açıklansın.